“Üzüntünü sözcüklere ver; konuşmayan yas, kalbi örter…” diyor Shakespeare Macbeth’ de. Bende yas ile ilgili dile getiremediklerimi yazıya döküyorum.
“Yas: Sevilen birinin ölümünden duyulan derin acı, bu acıyı
gösteren davranış; matem.” olarak tanımlanıyor sözlükte.
Benim içinse yas; Şengül Hablemitoğlu' nun "Yas Uzun Bir Veda" kitabında tanımladığı gibi “sevilen birinin ölümünün ardından yaşamının akışını kontrol edememek.”
4 yaşımdayken babaannemi kaybetmiştik. Babaannem hafızama
bize gelirken getirdiği bonbon şekerleri ile yerleşmiş. O, artık gelmese de
halam şekerleri getirmeye devam ediyordu. Benim için, babaannemin artık
olmaması sorun değildi yani çünkü ben şekerleri yemeye devam ediyordum.
Babaannemden 27 yıl sonra dedem vefat etti. Yaşından ve
hastalığından dolayı beklenen bir vedaydı. İlk kez bir yakınımın cenazesine
katılmış oldum böylece. Çok üzüldük, annemin haftalarca haykırarak
ağladığını hatırlıyorum. Ben annem kadar derinden etkilenmemiştim. İren, henüz
10 aylıktı. Hem devam eden işim, hem de İren’ le ilgilenmem için ister istemez
“yas” ortamından uzaklaşmış oldum.
Ve o lanet gün; kuzumla beraber bir ilki yaşadık… O, artık
fiilen yanımda olmasa da ben bu dünyada “yas” tutarak yaşamaya devam ediyorum. Hayatımda
ilk kez yas tutuyorum… Hiç tecrübe etmediğim bir durum olduğu için beynim ne
yapacağını bilmiyor. Sanki, kafamın içinde kontrolsüzce her bir sinire çarpa
çarpa savrulan bir sarkaç var.
“Kızıma Mektup” yazımda belirttiğim gibi ilk günler şokun etkisi ve taziyeye gelenlerin desteği ile ne olduğunu idrak edememiştim. Sanki biri beni dürtecek ve kabustan uyandıracak gibi hissettim günlerce. Sonra ki haftalarda, bir korku filminin içendeymişim ve birileri "stop" tuşuna basacak film bitecek sandım. Ne zaman ki, o uykusuz gecelerde kendimle kaldım, o zaman, tam anlamıyla hiç bitmeyecek bir kabusun içinde olduğumu, aslında hepimizin bildiği bir gerçek olan ölümü hiç bilmediğimi anladım. Ölüme dair çaresizlikle yüzleşirken, bunun bir parçası olan yasa dair ne kadar bilgisiz olduğumu fark etmem çok uzun sürmedi. Böylece yası araştırmaya başlamış oldum ve İren' ciğimin bir arkadaşının annesinin tavsiyesiyle Prof. Dr. Şengül Hablemitoğlu' nun "Yas Uzun Bir Veda" kitabını aldım. Canım kızım yine yardımıma yetişmişti...
Kitapta yasın 5 aşamasından bahsediliyor: 1.İnkar,
2. Öfke, 3. Pazarlık, 4. Depresyon, 5. Kabullenme… Son yıllarda bu aşamalara
ek olarak Anlam Bulma eklenmiş… Bence en kıymetlisi bu.
Böyle bir sıralama görünce, biri bitecek diğeri başlayacak
diye düşünmüştüm ilk başta… Ancak öfke ve pazarlık aşamalarını atlayıp,
inkardan depresyona geçince düşündüğüm gibi olmadığını; her bir aşamanın içi
içe geçmiş dalgalar halinde gelmeye başladığını fark ettim.
Öfke duymadım hiç… Kime duyayım, neye duyayım… Öfkelensem ne
değişecekti ki? Sadece, ara ara keskin bir bıçakla kendimi doğradım… Başka bir
hastaneye, başka bir doktora götürseydim sonuç değişir miydi diye günlerce
kemirdim kendimi… Maalesef ki değişmezdi sanıyorum, ya da buna inanmak
istiyorum… Bu dünyanın adil bir yer olmadığını hatırlasam da İren’ in
gidişinin adaletsizlik olduğunu düşündüm sadece.
İnkar hastanedeyken yaşadığım bir aşamaydı… “Bununla
yüzleşmeniz gerek,” diyerek, o odaya beni soktuklarında, doktora ve anneme “Yok
öyle bir şey kızımı alıp gideceğim,” dediğimi hatırlıyorum. Herkes telefonla birilerine
haber verirken koridordan gelen “İren’ i kaybettik…” cümlelerini
duyduğumda “Sussun şunlar!” diye bağırarak kulaklarımı tıkadığımı da… Ve hafızamdan
en çok silmek istediğim 3 kareden biri olan morg! Oradaki görevliye ısrarla “Gözleri
hafif aralık, yaşıyor olabilir, iyice baktınız mı, bende bakayım,” derken beni
oradan götürdükleri an… Öyle işte… 3 cümle ile bile inkar etmene izin
vermiyorlar anlayacağınız…
Sonra, ister istemez kabullenme aşaması geliyor… Yapılması
gereken son görevlerden dolayı kabullenme aşaması başlıyor bence… Bu son görevler
bu amaca hizmet etmek için sanırım. Ancak, kalabalıklar dağılınca ve insan
uyuyup da ertesi gün o “yokluğa” gözünü açtığında kabullenmediğini anlıyor…
İren evdeymiş gibi seslenmedim hiç… Bu kabullenmenin bir göstergesi… Fakat, psikiyatristlere
göre her sabah fotoğrafını öperek “günaydın” demek, evden çıkarken fotoğrafına
el sallamak, eve dönünce fotoğrafına sarılmak, yatarken t-shirtlerini koklamak,
“iyi geceler” demek ve üzerindeki son kıyafetlerine sarılıp uyumak kabullenmeme
göstergesi… Anlaşılacağı üzere, bunlar benim yaptıklarım… Gelin görün ki bana
iyi geliyor… Çünkü bu süreçte, İren’ le kurmuş olduğum bağın, yokluğu ile de kurularak
bağımızı devam ettirmenin benim bu dünyada halen nefes alıyor olmamı anlamlandırdığını
keşfettim… Bazen nedenini bilmeden bu yoldan çıkıyorum… Nedenlere, niçinlere,
keşkelere her daldığımda kurmaya çalıştığım bağın pamuk ipliğine bağlı olduğunu
hissederek kendimi başarısız görüyorum ve sonrasında birkaç gün kendime gelemiyorum…
Daha sık ağlamaya, yememeye, az uyumaya veya uyumasam bile yataktan çıkmamaya,
kendimi amaçsızca sokaklara atmaya ya da tam tersi evden çıkmamaya başlıyorum…
Bu tepkilerin, yukarıda bahsedilen aşamalardan depresyona "giden yol" olduğunu
düşünüyorum… Annem sinyalleri aldığı anda hemen bir arkadaşımı çağırıyor, beni
oyalayacak bir şeyler üretiyorlar… Bu arada, süreçte sizi anlayan ya da sadece
dinleyen birilerinin olması önemli… Bu açıdan şanslıyım…
Pazarlık… Bu aşamada geri dönmesi için ne yapmalı, neyi feda
etmeli diye düşünmedim hiç… Sadece birkaç kere keşke haftada bir gün birkaç
saat görme ya da konuşma şansım olsaydı dedim… Sonra rüyalara tutundum…
Benim için en kıymetli olan anlam bulmanın ise kaybımızın bizdeki anlamıyla paralel olduğunu düşünüyorum… İren’ in benim
için anlamı bir evlattan öteydi… Tüm hayatımı ona göre düzenlemiştim… Bunun
içinde mesai saatimi voleybol antrenmanlarına göre planlamaktan tutun da, pazar
sabahları uykusuz halde baleye götürüp saatlerce beklemekten, onun yolda geçirdiği
süreyi uykusuna katmasını düşünerek evimizi taşımaktan, arkadaşlarımla
çıktığımda onun uyku saatinden önce evde olmamdan, ilgi alanlarına göre
etkinlikler oluşturmama kadar her şey var… Bunlar eminim her annenin severek yapacağı
şeylerdir… Ancak, O, düştüğümde elimden tutan, fark etmediğim bazı durumlarda
kurduğu bir sihirli cümle ile aydınlanmamı sağlayan, bakışlarımdan beni okuyan,
daha 5 yaşındayken hasta olduğumda bana bakan, haksız olsam da beni herkese
karşı savunan… Daha neler nelerdi… Mükemmel bir çocuktu işte! Kızdığımda ya da
istediği bir şeyi hemen almadığım zamanlarda onun bu sevgisine layık olmadığımı
düşündürecek kadar eşsizdi sevgisi… İşte, ben sadece bir evladı değil, onun bu sevgisini
ve annelik rolünü de kaybetmiş gibi hissediyorum zaman zaman… Hatta, kaybın çok
başlarında bir form doldururken “Çocuğunuz var mı?” sorusuna ne cevap
vereceğimi bilememiştim… Sonra, “çocuğum var, hep olacak, ben hep onun annesi
olacağım” dedim kendi kendime…
Anlam bulma, benim için şu an yasa en uygun olan tanım “sevilen birinin ölümünün ardından yaşamının akışını kontrol edememek” yerine “yaşamının
akışını kontrol ederek, kayıpla yaşamanın yolunu bulmak” olduğunda tamamlanacak…
Bu da az önce bahsettiğim, yokluğu ile kurmaya çalıştığım bağın, zihnimi
kurcalayan sorulardan ve konulardan ayrışarak, bu dünyada kurmuş olduğumuz gibi
sımsıkı bağlandığında olacak sanıyorum. Zaman…
İşte 2. aya sayılı günler kala yaşadığım süreç bu… Yas süreci fırtınalı, dalgalı bir deniz gibi… Yukarda bahsettiğim aşamalar sırasız ve zamansız şekilde geliyor ve gidiyor... Tekrar geliyor, tekrar, tekrar... Bir diptesin, bir suyun üstünde… Tam suyun üzerinde durmaya başladım diyorsun tekrar aşağı çekiliyorsun… Dalga bazen üstten çeviriyor, bazen alttan… Fırtına bir vuruyor, bir diniyor...
Canım Gaye’m… zamanla sana vuran dalgalar hızını kaybetmeyecek belki ama sen o dalgalardan inanıyorum ki İren’e daha sıkı tutunarak kalkacaksın. Yine o sana yardım edecek, bu gücü ondan alacaksın. 🙏🙏🙏
YanıtlaSilTeyzen