29 Eylül 2024 Pazar

Doğum Günümde Kızıma Mektup

Dünyadan ayrılışının 67. günü bugün ve nüfusa göre doğum günüm…

Yas sürecinde özel günler “kritik” olarak nitelendiriliyor. Bugün, anılarımızı hatırlatan kritik bir gün…

Günlerdir, yakın çevremde ne yapacakları ile ilgili bir bilinmezlik var… Ben buradan cevabı vereyim… Bundan sonra benim doğum günüm 23 Mayıs! Seninle yeniden doğduğum, seninle birlikte anneliğimi de doğurduğum gün!

Aslında, anneliğim varlığını öğrendiğim 19 Eylül 2011’ de başlamıştı… O gece içimdeki sana zarar vermeden nasıl yatabilirim diye düşünmüştüm… Ertesi gün okulda nöbetçiyken üzerime doğru koşan çocuklardan seni korumak için sürekli karnımı tutmuştum…

Ama annelik bu değilmiş! Annelik evladını sonsuzluğa uğurlamakmış… Onun, hiç aklına gelmeyen bir şekilde, yokluğu ile karşı karşıya kalmak ve bu acımasız durumu çaresizce kabul etmekmiş… Teslimiyetmiş annelik…

Nasıl ki sen dünyaya geldiğinde geleceğinle ilgili sadece güzel hayaller kurduysam; seninle birlikte anneliğimi doğurduğumda da kurduğum hayallerin içinde “evlat kaybı yaşamak” yoktu elbet. Bizim seninle ayrılık içeren tek hayalimiz bir gün sen yurt dışına okumaya gidersen benim yanına gelemeyeceğim üzerineydi… “Sen gelmezsen ben gitmem” derdin… “Gidersin, gitmelisin”… “Gitmem” dolu cümlelerimiz peş peşe gelirdi…

Ben bugün, yas sürecindeki ilk özel gün olması sebebiyle yalnız kalmak istedim… Yanımda olmak isteyen herkesi kibarca reddettim çünkü bu ilki yaşamayıp ötelersem yasın bir parçası olan “özel günlerden” kaçmış olacağımı ve bir sonraki özel günde ne yapacağımı bilmeyeceğimi düşündüm… Tabii, anneannen “Bende mi gelmeyeceğim?” diyerek güldürdü beni… Evet, üzüldüğüm ağladığım kadar olmasa da gülüyorum da…

Sen yanımda olsaydın, güzel bir pazar kahvaltısından sonra voleybol antrenmanına gider, eve döner, senin ödevlerin, benim evdeki işlerim bitince akşam çok sevdiğin mezelerden yer ve pasta üflerdik diye tahmin ediyorum… Yatağımda bana yazdığın doğum günü notları olurdu… Bugün o notlar neden yok demiyorum çünkü sen bana 12 yılda bir ansiklopedi cildi kadar not bırakmışsın… Onlar bana ömrümün kalanında yeter bebeğim…  

Sabah erkenden sana geldim bugün, uzunca kaldım yanında… Anlattım, ağladım, dua ettim… Sonra nereye gideceğimi bilmeden sürdüm arabayı… Aslında aklımda senin sevdiğin yerlere gitmek vardı ama yeni bir yer keşfedelim istedim birlikte… Pazar günü olmasına rağmen sakin bir cafe buldum… (Arka masadakiler gelip bırbırbır konuşmasa iyiydi… Karşımda olsan gözlerimizi devirirdik şimdi di mi? Ben “Ay bi sus!” derdim sessizce, sende sol elini kaldırıp sol dudak kenarını bükerken gülmeye başlardın… Sonra ne konuşuyorlar diye biraz dinler, bana anlatırdın… Muzurca güler kendi sohbetimize dönerdik.) Yanıma hamileyken sana yazdığım günlüğü aldım… 18 yaşına geldiğinde sana doğum günü hediyesi olarak vermeyi planladığım için hiç okuyamadığın günlük… (Ah bir keşke daha!) Kahvaltımı yaptım, kahvemi içerken bu satırlara başladım…

Bugünün diğer günlerden bir farkı olacaksa eğer, onun kendimle, seninle, anılarımızla baş başa kalarak yokluğunla kurmaya çalıştığım bağa atılan yeni bir adım olmasını istedim… 23 Mayıs’ ta pastamızı beraber üfleriz…

Bak aklıma ne geldi! Sanırım hava yolları çağrı merkezi ile bir görüşme yapıyordum. Bana doğum tarihimi sorduklarında, “23.05.2012” demiştim… Tekrar sorulunca kendimden son derece emin bir ses tonuyla “23.05.2012” diye tekrar etmiştim. Sen karşımda gülmeye başladığında anladım cevabın yanlış olduğunu… Artık doğru! Telefonu kapatınca dakikalarca kahkahalarla gülüşmüştük…

Biz, bu 12 yılda, çoğunlukla gülen, birbirini çok seven iki insandık! Her anne-kız ilişkisinde olduğu gibi sonsuz sevgi üzerine inşa etmeye çalıştığımız bir hayatımız vardı. Böyle -di’ li geçmiş zamanlı cümleler kurmak çok acıtıyor canımı… İçinden geçiyorum İren’ im… Acının içinden geçilmeden, dışına çıkılmıyormuş çünkü… Öyle diyorlar.

Dün, Yeşim Ablan’ la buluştuk… O farkında değil belki ama ben hediye olarak kabul ettim kurduğu cümleyi…

-“Sen, hepimizden farklı olarak, tuttuğun her şeyi, şu tuzluğu bile sımsıkı tutarsın… Bir şeyin sorumluluğunu ver ve Gaye’ yi unut… İren’ i de öyle sımsıkı tutmuştun ki, bu özellik herkeste yok, tüm hayatını ona göre şekillendirmiş, önceliğine her zaman onu koymuştun. Bu yüzden sizi ayrı düşünmek mümkün değil… Gaye’ yle İren tek vücutta yaşayan iki insandı…

Buradan ne zaman kalkarım, kalktığımda ne yaparım bilmiyorum… Artık -ecek, -acak eklerinden kaçınıyorum… Geleceğe dair, hele uzun vadeli planlar yapmamaya çalışıyorum. Resmi olarak bir yaş daha büyürken yeni bir Gaye inşa ediyorum… Eski kaygılarım, korkularım, her şeyi kontrol altında tutma arzum, planlı-programlı günlerim… Bunlardan uzaklaşıyorum, ayrışıyorum. Dönüşüyorum… 

İçimde yeni bir çocuk büyütüyorum… Fotoğraflardan gördüğüm, videolardan sesini duyduğum… Elini tutamadığım, sarılamadığım, öpüp koklayamadığım bir çocuk… Senin yokluğunu içime sığdırmaya çalışırken, bu yeni yolda kendimi ve anneliğimi de yeniden bulmaya çalışıyorum… Eski Gaye’ den en büyük izin “sen” olduğu, yeni bir ben yaratıyorum… 

Biz, tek vücutta yaşamaya devam ediyoruz annecim… Seni çok seviyorum… Seni, hayattayken de olduğu gibi, her gün daha çok seviyorum ve her gün her an daha çok özlüyorum!

Bu sene böyle geldin 43!

22 Eylül 2024 Pazar

YAS GÜNLÜKLERİ -1- Yasın İlk İki Ayı...

“Üzüntünü sözcüklere ver; konuşmayan yas, kalbi örter…” diyor Shakespeare Macbeth’ de. Bende yas ile ilgili dile getiremediklerimi yazıya döküyorum.

“Yas: Sevilen birinin ölümünden duyulan derin acı, bu acıyı gösteren davranış; matem.” olarak tanımlanıyor sözlükte.

Benim içinse yas; Şengül Hablemitoğlu' nun "Yas Uzun Bir Veda" kitabında tanımladığı gibi “sevilen birinin ölümünün ardından yaşamının akışını kontrol edememek.”

4 yaşımdayken babaannemi kaybetmiştik. Babaannem hafızama bize gelirken getirdiği bonbon şekerleri ile yerleşmiş. O, artık gelmese de halam şekerleri getirmeye devam ediyordu. Benim için, babaannemin artık olmaması sorun değildi yani çünkü ben şekerleri yemeye devam ediyordum.

Babaannemden 27 yıl sonra dedem vefat etti. Yaşından ve hastalığından dolayı beklenen bir vedaydı. İlk kez bir yakınımın cenazesine katılmış oldum böylece. Çok üzüldük, annemin haftalarca haykırarak ağladığını hatırlıyorum. Ben annem kadar derinden etkilenmemiştim. İren, henüz 10 aylıktı. Hem devam eden işim, hem de İren’ le ilgilenmem için ister istemez “yas” ortamından uzaklaşmış oldum.

Ve o lanet gün; kuzumla beraber bir ilki yaşadık… O, artık fiilen yanımda olmasa da ben bu dünyada “yas” tutarak yaşamaya devam ediyorum. Hayatımda ilk kez yas tutuyorum… Hiç tecrübe etmediğim bir durum olduğu için beynim ne yapacağını bilmiyor. Sanki, kafamın içinde kontrolsüzce her bir sinire çarpa çarpa savrulan bir sarkaç var.

“Kızıma Mektup” yazımda belirttiğim gibi ilk günler şokun etkisi ve taziyeye gelenlerin desteği ile ne olduğunu idrak edememiştim. Sanki biri beni dürtecek ve kabustan uyandıracak gibi hissettim günlerce. Sonra ki haftalarda, bir korku filminin içendeymişim ve birileri "stop" tuşuna basacak film bitecek sandım. Ne zaman ki, o uykusuz gecelerde kendimle kaldım, o zaman, tam anlamıyla hiç bitmeyecek bir kabusun içinde olduğumu, aslında hepimizin bildiği bir gerçek olan ölümü hiç bilmediğimi anladım. Ölüme dair çaresizlikle yüzleşirken, bunun bir parçası olan yasa dair ne kadar bilgisiz olduğumu fark etmem çok uzun sürmedi. Böylece yası araştırmaya başlamış oldum ve İren' ciğimin bir arkadaşının annesinin tavsiyesiyle Prof. Dr. Şengül Hablemitoğlu' nun "Yas Uzun Bir Veda" kitabını aldım. Canım kızım yine yardımıma yetişmişti... 

Kitapta yasın 5 aşamasından bahsediliyor: 1.İnkar, 2. Öfke, 3. Pazarlık, 4. Depresyon, 5. Kabullenme… Son yıllarda bu aşamalara ek olarak  Anlam Bulma eklenmiş… Bence en kıymetlisi bu.

Böyle bir sıralama görünce, biri bitecek diğeri başlayacak diye düşünmüştüm ilk başta… Ancak öfke ve pazarlık aşamalarını atlayıp, inkardan depresyona geçince düşündüğüm gibi olmadığını; her bir aşamanın içi içe geçmiş dalgalar halinde gelmeye başladığını fark ettim.

Öfke duymadım hiç… Kime duyayım, neye duyayım… Öfkelensem ne değişecekti ki? Sadece, ara ara keskin bir bıçakla kendimi doğradım… Başka bir hastaneye, başka bir doktora götürseydim sonuç değişir miydi diye günlerce kemirdim kendimi… Maalesef ki değişmezdi sanıyorum, ya da buna inanmak istiyorum… Bu dünyanın adil bir yer olmadığını hatırlasam da İren’ in gidişinin adaletsizlik olduğunu düşündüm sadece.

İnkar hastanedeyken yaşadığım bir aşamaydı… “Bununla yüzleşmeniz gerek,” diyerek, o odaya beni soktuklarında, doktora ve anneme “Yok öyle bir şey kızımı alıp gideceğim,” dediğimi hatırlıyorum. Herkes telefonla birilerine haber verirken koridordan gelen “İren’ i kaybettik…” cümlelerini duyduğumda “Sussun şunlar!” diye bağırarak kulaklarımı tıkadığımı da… Ve hafızamdan en çok silmek istediğim 3 kareden biri olan morg! Oradaki görevliye ısrarla “Gözleri hafif aralık, yaşıyor olabilir, iyice baktınız mı, bende bakayım,” derken beni oradan götürdükleri an… Öyle işte… 3 cümle ile bile inkar etmene izin vermiyorlar anlayacağınız…

Sonra, ister istemez kabullenme aşaması geliyor… Yapılması gereken son görevlerden dolayı kabullenme aşaması başlıyor bence… Bu son görevler bu amaca hizmet etmek için sanırım. Ancak, kalabalıklar dağılınca ve insan uyuyup da ertesi gün o “yokluğa” gözünü açtığında kabullenmediğini anlıyor… İren evdeymiş gibi seslenmedim hiç… Bu kabullenmenin bir göstergesi… Fakat, psikiyatristlere göre her sabah fotoğrafını öperek “günaydın” demek, evden çıkarken fotoğrafına el sallamak, eve dönünce fotoğrafına sarılmak, yatarken t-shirtlerini koklamak, “iyi geceler” demek ve üzerindeki son kıyafetlerine sarılıp uyumak kabullenmeme göstergesi… Anlaşılacağı üzere, bunlar benim yaptıklarım… Gelin görün ki bana iyi geliyor… Çünkü bu süreçte, İren’ le kurmuş olduğum bağın, yokluğu ile de kurularak bağımızı devam ettirmenin benim bu dünyada halen nefes alıyor olmamı anlamlandırdığını keşfettim… Bazen nedenini bilmeden bu yoldan çıkıyorum… Nedenlere, niçinlere, keşkelere her daldığımda kurmaya çalıştığım bağın pamuk ipliğine bağlı olduğunu hissederek kendimi başarısız görüyorum ve sonrasında birkaç gün kendime gelemiyorum… Daha sık ağlamaya, yememeye, az uyumaya veya uyumasam bile yataktan çıkmamaya, kendimi amaçsızca sokaklara atmaya ya da tam tersi evden çıkmamaya başlıyorum… Bu tepkilerin, yukarıda bahsedilen aşamalardan depresyona "giden yol" olduğunu düşünüyorum… Annem sinyalleri aldığı anda hemen bir arkadaşımı çağırıyor, beni oyalayacak bir şeyler üretiyorlar… Bu arada, süreçte sizi anlayan ya da sadece dinleyen birilerinin olması önemli… Bu açıdan şanslıyım…

Pazarlık… Bu aşamada geri dönmesi için ne yapmalı, neyi feda etmeli diye düşünmedim hiç… Sadece birkaç kere keşke haftada bir gün birkaç saat görme ya da konuşma şansım olsaydı dedim… Sonra rüyalara tutundum…

Benim için en kıymetli olan anlam bulmanın ise kaybımızın bizdeki anlamıyla paralel olduğunu düşünüyorum… İren’ in benim için anlamı bir evlattan öteydi… Tüm hayatımı ona göre düzenlemiştim… Bunun içinde mesai saatimi voleybol antrenmanlarına göre planlamaktan tutun da, pazar sabahları uykusuz halde baleye götürüp saatlerce beklemekten, onun yolda geçirdiği süreyi uykusuna katmasını düşünerek evimizi taşımaktan, arkadaşlarımla çıktığımda onun uyku saatinden önce evde olmamdan, ilgi alanlarına göre etkinlikler oluşturmama kadar her şey var… Bunlar eminim her annenin severek yapacağı şeylerdir… Ancak, O, düştüğümde elimden tutan, fark etmediğim bazı durumlarda kurduğu bir sihirli cümle ile aydınlanmamı sağlayan, bakışlarımdan beni okuyan, daha 5 yaşındayken hasta olduğumda bana bakan, haksız olsam da beni herkese karşı savunan… Daha neler nelerdi… Mükemmel bir çocuktu işte! Kızdığımda ya da istediği bir şeyi hemen almadığım zamanlarda onun bu sevgisine layık olmadığımı düşündürecek kadar eşsizdi sevgisi… İşte, ben sadece bir evladı değil, onun bu sevgisini ve annelik rolünü de kaybetmiş gibi hissediyorum zaman zaman… Hatta, kaybın çok başlarında bir form doldururken “Çocuğunuz var mı?” sorusuna ne cevap vereceğimi bilememiştim… Sonra, “çocuğum var, hep olacak, ben hep onun annesi olacağım” dedim kendi kendime…

Anlam bulma, benim için şu an yasa en uygun olan tanım “sevilen birinin ölümünün ardından yaşamının akışını kontrol edememek” yerine “yaşamının akışını kontrol ederek, kayıpla yaşamanın yolunu bulmak” olduğunda tamamlanacak… Bu da az önce bahsettiğim, yokluğu ile kurmaya çalıştığım bağın, zihnimi kurcalayan sorulardan ve konulardan ayrışarak, bu dünyada kurmuş olduğumuz gibi sımsıkı bağlandığında olacak sanıyorum. Zaman…

İşte 2. aya sayılı günler kala yaşadığım süreç bu… Yas süreci fırtınalı, dalgalı bir deniz gibi… Yukarda bahsettiğim aşamalar sırasız ve zamansız şekilde geliyor ve gidiyor... Tekrar geliyor, tekrar, tekrar... Bir diptesin, bir suyun üstünde… Tam suyun üzerinde durmaya başladım diyorsun tekrar aşağı çekiliyorsun… Dalga bazen üstten çeviriyor, bazen alttan… Fırtına bir vuruyor, bir diniyor...


14 Eylül 2024 Cumartesi

Başrolde Sen!

Sensiz “senli” anılar biriktirmeye devam ediyorum…

Mesela bugün yine bir ilki beraber yaşadık Balım…

Hiç unutmayacağım bir gün, seninle dolu olan her günüm gibi…

O konferans salonunda onlarca törende görev alan sen, onlarca tiyatro oyunu sergileyen sen, hiç aklımıza gelmeyecek şekilde sahnedeydin…

Çok sevdiğin sahnede!

Bale, drama, törenler ile hayat bulduğun sahneye bir fotoğraf ve fonda yeni ortak şarkımız ile veda ettin…

Böylesi kimsenin aklına gelmezdi elbet…

En önde hepimiz seni 29 Ekim törenindeki gazeteci kız olarak hatırladık…

-       Yazıyor, yazıyor… Laikliğin kabulünü yazıyor…”

Ozan Hoca ile sahnelediğin Küçük Öğretmen ile hatırladık seni…

-        “Biraz ters bak, hiç mi benden örnek almadın, kaşlarını çat” diyerek rolüne hazırlanmana yardım ettiğim günler geldi aklıma…

Murat Hoca ile sahnelediğin “Mis Mis Dünya” oyununda çöp poşetlerinden yaptığımız kostümü hatırladım…

10 Kasım törenindeki koro çalışman ve sahnedeki duruşun geldi aklıma…

Romeo ve Juliet’ te bembeyaz bir melek oluşun… Ne güzel çalışmıştık aynı sahnede liseli abi ve ablalarınla…

4. sınıfta “Ortaokula Merhaba” töreninde, sahnede, arkadaşlarınla “Ben Böyleyim” şarkısında çılgınlar gibi hoplaya zıplaya dans edişiniz geçti gözümün önünden…

Sonra, 4 yaşındayken, bale resitalinde ilk kez büyük bir sahneye çıkışın…

7 yıl boyunca her Mayıs ayında yaşadığımız resital heyecanın…

En son “Cesur Prenses” tin…

Ondan önce “Alice Harikalar Diyarında” ki performansın…

Ve benim hayran kaldığım “Kuğu Gölü” ndeki “Beyaz Kuğum”…

Anaokulunda rol aldığın, dans ettiğin, folklor oynadığın, şarkı söylediğin onlarca an canlandı hafızamda...

Daha niceleri…

Bugün, o sahnede bambaşka bir şey vardı!

Seni sahnede her türlü hayal edebilirdim ama bu türlüsü aklıma gelmezdi… Gelmedi… Hiç birimizin gelmedi…

Bugün, o sahnede başrol sendin… Olmasaydın ya keşke!

Gördün, duydun, hissettin belki…

Arkadaşlarının sana yazdığı mektupları okudum defalarca…

Ayranı çok sevdiğini, fanatik Galatasaray’ lı olduğunu, Icardi sevdanı…

Seni bir ben böyle bilirdim sanırdım…

Yardımseverliğini, paylaşmayı bilmeni, liderliğini, bencil olmayışını, adaletini, herkese yeten sevgini ve kocaman gülümsemeni…

Böyle hatırlanacak olmak koca koca insanlara nasip olmuyor, biliyor musun?

Benim özel ve güzel kızım… 12 yılda neler yapmış, ne izler bırakmışsın… Erken vedanı hissederek mi açtın kocaman kalbini?

Seninle her zaman gurur duydum ve duymaya devam edeceğim Balım… İyi ki senin annen olmuşum, hep olacağım Balım… İyi ki benim kızım olmuşsun, hep olacaksın Balım…

Arkadaşlarının sana bıraktığı karanfilleri, en sevdiğin Şirin Hoca’ nla sana getirdik bugün…

Bahçen çiçek açtı… Ruhunda, hep o rüyalardaki gibi, çiçeklensin Balım…

4 Eylül 2024 Çarşamba

Kızıma Mektup

İren’ im,

40 gündür neler yaşıyoruz annecim biz?

Bu mektupta sana anlatmak istediğim o kadar çok şey var ki… Ve senden duymak istediğim…

Hayal ediyorum şu an… Yaz tatilinin son günleri olduğu için ve değişen uyku düzenini muhtemelen düzene sokamadığımız bu son haftada sen “yatmayalım” derken; yarın okula gideceğim için uykumun geldiği bu saatlerde ise ben “hadi yatalım” diyoruz şu an. Ve sen, “Dur bir kahve yapayım da içelim” diyerek beni ikna ediyorsun. Mutfağa gidip kahvelerimizi yapıyorsun. Yanına geliyorum, bardakları taşımak için. Karşılıklı oturup sohbet etmeye başlıyoruz. Ama bugün konumuz benim okulda yaşadıklarım ya da senin transfer haberlerin değil. (Sana bir not: Kerem Aktürkoğlu, namıdiğer “Kuşçu” Benfica’ ya transfer oldu. “Icardişko” birkaç ay sakatlığından dolayı kadroda yok. Yerine, Osimhen geçici olarak transfer edildi.)

Bugün konumuz ikimizde farklı boyutlardayken neler olduğu… Senden, beni tatmin etmese de, haberler alıyorum… O gülen yüzünle rüyalarda buluşuyoruz… Sende, benden alıyorsundur eminim… Hissediyorsundur burada yokluğun ile baş başa kalan anneni…

İlk günler çok çok şoktu annem. Çok çok kalabalıktı… Kendimle kalmaya, ne olduğunu idrak etmeye alanım olmadı.

Senin bu dünyaya melek olarak gelip, melek olarak gittiğine beni ikna eden Selin Hoca’ ya “Ben diğer annelerden farklı olarak hem bu dünyada hem öteki dünyada anneyim” dedim ve bunu “İren’ in Annesi” olma sıfatımın yanına ekledim.

Seni sadece yakından tanıyanlar değil sosyal medyadan tanıyanlarda, herkes, hatta benim yüz yüze tanışmadığım diğer kampüslerdeki meslektaşlarımda, hiç kimse beni yalnız bırakmadı annem. Senin sevgini, yerini elbet dolduramazlar. Süreçte yalnız olmadığımı gördüm hatta şaşırdım bu ilgiye. Acı, sadece benim acım olmaktan çıktı, herkesin ortak acısı oldu. Bunun bir sebebi olmalıydı… Yaydığın enerji ile ne kadar özel bir çocuk olduğunu herkesin hissettiğini düşündüm.

Ev ve “o yer” arasında her gün gelip gittim; ki muhtemelen görüp hissetmişsindir. Sonra, oradaki diğer acılara ortak olmaya başladım. Her akşam anneannene “Biz ne yaşıyoruz? Biz ne yapıyoruz?” diye sordum. Anneannen cevap vermedi.

Ölüm hepimizin bildiği bir gerçekti şu ana kadar, ancak hiç yaşanmadığı için bilmediğimizi anladım.

Sınanmayı sorguladım defalarca… Cevabını bulamadığım “neden” sorusu ile… “Güçlüyüz diye her şeyde bizim mi başımıza gelecek?” dedim… Ki seninle 2017’ de başladığımız yeni hayatımıza kadarda “güçlü” olduğumu hiç düşünmemiştim. O dönem hatırlarsan Gözde Öğretmenin çok söylerdi bu cümleyi, “Güçlü annenin güçlü kızı”… Evet aşkım, ikimizin gücünün yetmediği şeylerde olabiliyormuş hayatta… Maalesef… Sonra, birlikte kurduğumuz yeni hayatımızdaki gücü senden aldığımı fark ettim ve sensiz artık nasıl güçlü olabilirimi düşündüm, insanlar “Güçlü olmalısın, İren seni böyle görmek istemez” derken… Tekrar nasıl güçlü olunur bilemedim…

Çok korktuğum ölümden, ölmekten korkmamaya başladım… “Bir gün İren’ e bir şey olursa ne yaparım?” diye aklımdan geçirdiğim günlere lanet okudum… Bunu düşündüğüm için oldu sandım… Sonra anladım ki bu soruyu her anne aynı kaygıyla soruyor… “Bana bir şey olsaydı İren ne yapardı?” dedim… Senin bununla nasıl başa çıkacağını bilemedim, seni mahvetmek istemediğim için “Bu acıyı onun yaşamasını istemem, ben tüm acıları çekeyim yeter ki olduğu yerde huzurlu olsun” dedim… Bitmedi… “Bana bir şey olsa İren’ in ne yapmasını isterdim” diye sordum kendime… Cevabı en net soru bu… Defin ve duadan sonra hemen ertesi gün okulsa okul, parksa park, baleyse bale, hemen ertesi gün hayatına kaldığı yerden devam etmen… Sende bunu istermişsin, öyle dediler… Ama olmadı.. Olsun diye uğraştım… 11 gün sonra okula kahvaltıya gittim senin eski ve yeni müdür yardımcıların ile… İçeri nasıl gireceğimi çok düşündüm… Etrafıma bakmadan sadece önüme bakarak hızlıca yürüdüm… Şaşarsın İroş, arkadaşlarımla sürekli ağladığımız, ya da aldığım uyku ilaçlarının etkisi ile (gece uyutmayan gündüz uyutan) gün içinde ben uyurken geldikleri, saatlerce beni bekledikleri ev dışında bir yerde olmak “iyi” geldi… Ertesi gün bir daha, ertesi gün bir daha derken 22 gün olmuş… Tabii sen eski performansımı bekleme benden tatlım… Bazı gün sadece sohbet edip kahve içtim, bazı gün program yaptım, bazı gün erken çıktım, bazı gün sabah ağlamaktan vaktinde gidemedim… Ama bir şekilde sadece “nefes alıyoruz işte” diye tanımladığım hayatın içine karışmaya başladım…

Bu arada senin melek kanatlarını ve elinin içindeki beni kondurdum kendime… Rüyamda gördüğüm yüzükleri yaptırmanın peşine düştüm… Kendimi oyalamak için türlü şeyler bulmaya çalıştım… Mesela kitap okudum tam bir okumayı yeni öğrenen çocuk edasıyla… Her satırın altını çizerek, anlayabilmek için aynı cümleyi 3-4 defa okuyarak… Sonra vazgeçtim okumaktan…

Tabii, bazı günler gelmeye başladı İren’ cim… Bugün olduğu gibi işte, “40” ı… Ne yapalım, nasıl yapalım, nerde yapalım… Mevlidin için şekerler, Yasin kitapları, tesbihler seçtim… Elbette, detaycılığımla ama tüm detaycılığımla değil, emin ol… Beyaz olsun, şu yazılsın… Orda iki kelime var, duymak istemediğim… Buraya hızlıca yazıp geçmek istediğim… “Merhum” ve “Rahmetli”… Bunları her duyduğum veya okuduğumda şu an olduğu gibi ağlamaya başlıyorum annem… Bazen, “Bu kabustan beni biri uyandıracak herhalde” diyen umudumun aslında bir umutsuzluk olduğu hissini veriyor o iki kelime…

Bir de “o yer” de ki “taş” var annem… Seni anlatan her şeyi üzerine koymak istediğim… Şu an 7. sınıf hazırlığı içinde neler yapacağımızı düşünmek yerine, o “taşı” nasıl “sen” yaparım diye düşünüyorum… Var tabii aklımda bir şeyler… İnşallah, Selahattin Usta yapacak, yanıltmayacak beni… Yoksa başına nasıl bir dert alır sen tahmin ediyorsundur… İşte bunları düşünürken konuşurken anneannene yine aynı soruyorum: “Biz ne yaşıyoruz? Biz ne yapıyoruz?”… Artık bir cevabı var Selvi’ nin: “Yapmamız gerekenleri…”

Dedeni en sona bırakmak istedim annecim… Özgür Dede’ nin Özgür Kızı İren… Deden, elbette iyi değil.. Ben kötüleşince kendini topluyor bana destek olmak için… Eve sığmıyor, bir içeri bir dışarı… Anneannen ise hep aynı cümleleri kuruyor… “Ben torunuma mı yanayım sana mı? Sen iyi olmazsan ben iyi olamam.” O da anne… Kalanına yanarken ona şunu söylüyorum Balım: “Sen çok şanslı bir kadınsın anne çünkü evlatların yanında…”

Evet aşkım, bu acı seni tanıyan tanımayan herkesin ortak acısı oldu… Herkes çok iyi niyetle geride kalanı düşünüp sabır dilerken, ben hep gidenimi, içimde sakladığım görünmeyen yarayı düşünüyorum… Biz seni çok özlüyoruz bebeğim, öyle böyle değil… Çok çok çok çok çok çok çok çok…

Hadi artık yatalım, kahveler bitti, dertleştik Balım…

İ: Aşkım, ben duamı ettim, Allah seninkini kabul etsin, iyi geceler.

G: Allah kabul etsin canım, iyi geceler, tatlı rüyalar…

G: İren, uyudun mu?

İ: Uyumadım.

G: Ben gözümü kapıyorum, iyi geceler canım… Seni çok seviyorum.

İ: Ben seni daha çok…

G: Ben daha çok.

İ: Ben daha çok.

G: Hadi uyu canım.

İ: Sevgilim…

G: Sevdiğim…

İ: Aşkım

G: Balım

İ: Bal kavanozum

G: Annesinin kuzusu

İ: Kızının kuzusu

G: Şenüğüm…

Her gece yaptığımız bu “sevgi yarışını” yanımdaymışsın gibi hayal ediyorum yine… Sesini de duymak isteyerek…

Bu dünyada olduğundan daha mutlu ve daha huzurlu ol annem… Huzurla uyu… SENİ ÇOK SEVİYORUM BALIM, BAL BALERİNİM ve artık BAL MELEĞİM…