15 Aralık 2013 Pazar

İlk diş kontrolü!

Biz bugün ilk kez diş hekimi ile tanıştık!

Aslında, doktor ve İren birbirlerini 5 dakika bile görmedi…

Kucakta otururken ağzına, dişlerine ve damak yapısına bakıldı sadece o kadar…
Geri kalan zamanda ben bir sürü şey öğrendim ve paylaşmak istedim…

Birincisi, eğer sizin de çocuğunuz bizimki gibi ilk dişini erken çıkardıysa, normalde 6 yaşında dökülmesi gereken süt dişleri daha erken dökülebilirmiş… Ayrıca, süt dişlerinin aralarında ne kadar boşluk olursa o kadar iyiymiş…
Diş gelişiminde en önemli faktör beslenmeymiş! Yoğurt ve beyaz peynir olmazsa olmazmış!

Tabii, çikolata, şeker gibi çürüğe yol açabilen gıdalardan, geceleri biberonla uyumaktan kaçınmak gerekiyormuş…

Bir de, bence en önemlisi ve zoru bu, 2 yaşına kadar emzik ve biberondan kurtulmak gerekiyormuş… Eğer, 2 yaşından sonra bebek emmeye devam ederse damak yapısı bozuluyormuş… Tabii, emziği de birden kesmemek gerekiyor yoksa parmaklarını emerek, yine damak yapısının bozulmasına yol açabiliyor bu minikler!

Ayrıca, bir ek bilgi, verilen demir ilacından dolayı dişlerde lekelenmeler de olabiliyormuş ama geçiciymiş…
Biz, artık dişlerimizi fırçalayacağız…

Daha önce parmağa takılan küçük fırçalarla denemelerimiz oldu ama şimdi florürsüz diş macunuyla (yutsa da bir zararı yok) denemeye başlayacağız… Tabii, bu işlemi, İren’in yapması çok zor, biz yapacağız ama onunda bu alışkanlığı kazanabilmesi için, onun eline de gün içinde fırçayı verip en azından dişlerini kaşımasını sağlayacağız…

Bu arada, bizim tüm dişlerimiz sorunsuz çıktı, bir kere ağrı, huzursuzluk yada ateş olmadı… Bu, hem genetik faktörlerden hem de doktorumuzun önerdiği tamamen bitkisel olan Osanit ve Organier diş jelinden (bulması çok zor, o yüzden bulunca çifter çifter alın derim)… Ama, son azı dişlerimizin büyük ihtimalle ağrı yapacağını öğrendik bugün, hem çok şişmişler, hem de İren’in eli sürekli ağzında, hatta ‘Neresi kaşınıyor?’ diye sorunca, direk ağzını açıp, yanağını tutuyor…

Evet, ilk diş kontrolümüz böyle geçti… 6 ayda bir doktorumuzu ziyaret edeceğiz, ve tabii bugün doktorumuzun elinden kaptığımız tokaların yerini de unutmayacağız J

24 Kasım 2013 Pazar

Öğretmen olmak...


Öğretmen, ‘mesleği bilgi öğretmek olan kimse’ olarak tanımlanıyor Türk Dil Kurumu tarafından…
Bence, öğretmen…

Her sabah uyandığında, öğrencileri için özenle hazırlanandır… Okula giderken, o günü kafasında planlayandır… Her zil sesi duyduğunda, öğrencisinden önce sınıfa koşandır…

Aynı konuyu, usanmadan anlatandır… Hatta, tek bir konuyu, farklı öğrenme stillerine göre şekillendirendir…
Ödev verendir, kimi zaman kızan, kimi zaman takdir edendir…

Evraktır öğretmen! Toplantıdır, tutanaktır, imzadır… Defterdir, kitaptır, hatta sözlüktür…
Yüzlerce kağıttır… 15 günde okuması gereken sınavı, kim ne yapmış diye merak ederek 2 günde okuyandır… Üzülendir alınan kötü notlara; ama suçlanandır da, ‘Hoca, puanımı vermedi’ denilendir…

Öğretmen, annedir, abladır, kimi zaman arkadaştır o çocuklara…

Öğretmen, her öğrencisinin başarısıyla gurur duyandır; acılarını taşıyandır yüreğinde... Her öğrencisinin hikayesini bilendir… Kimi ailevi problemler yaşar, kimi sağlık sorunları… Öğretmen, hepsini taşır yüreğinde… Ağzından çıkacakları defalarca düşünendir öğretmen, çünkü kimseyi kırmak istemeyen, acısını deşmek istemeyendir…

Öğretmen, en büyük motive kaynağıdır!

Yeri geldi mi, sınıfını bir bakışıyla susturan, yeri geldi mi dinlendiren, zaman zaman eğlendiren, çoğu zaman yorandır!

Güvendir öğretmen, güvenilendir…

Öğretmen, kendi evladının vaktinden çalıp, başkalarının çocuklarına verendir… Her akşam eve gelen iştir…

Öğretmenlik, aşktır! Tanımadığın annelerin-babaların çocuklarına duyduğun sonsuz sevgidir…

Doktor, hastasını iyileştirir; avukat, ipten alır mahkumu; mühendis, binasını yapar; sanatçı, eserini sunar ama hiçbiri duygusal bir bağ kurmaz iş yaptığı kişiyle… Bizlerse, o bağ olmadan mesleğimizi yapamayız!

Çünkü, bu iş AŞKla yapılır, SAYGIyla yoğurulur, SEVGİyle sunulur!

Ve her defasında; ‘İyi ki ÖĞRETMEN olmuşum’ dedirtir…

Bayramlarda, öğretmenler gününde, doğum günümde hatta İren’in doğum gününde bile çalan her telefon, gelen her mesaj bana dedirtir bunu işte…

Öğretmen, tüm meslekler içinde karşılığı en güzel alınandır…

Öğretmenlik, mezun olduktan sonra, senden artık hiçbir beklentisi yokken, senin yanında olan öğrencilerinle, daha güzeldir!
Ve öğretmen olmak, Başöğretmen ATATÜRK’ ün izinde yürümektir!


Öğretmenler günümüz kutlu olsun!

17 Ekim 2013 Perşembe

Anne olmak zor iş be!

Her şeyde olduğu gibi, hamilelik süresinde de erken tanı çok önemli… Gelişen tıpla birlikte, günümüzde bu mümkün… Özellikle, hamile kaldığınızı öğrendiğiniz dönemde her ay düzenli doktor kontrolü bence kesinlikle şart… Neticede, sana bir can emanet ediliyor ve sen onu elinden geldiği kadar korumalısın… Bu yüzden, anne adaylarına en önemli tavsiyem, bu kontrolleri aksatmamaları…


Girişten de anlaşılacağı üzere, konumuz gebelikte yapılan kontroller ve gebelik süresince yaşanan sıkıntılar…


İlk kontrol, bebeğini ultrasonda ilk görme anın ve kalp atışını duyup kendinden geçtiğin anla başlıyor… Bu kontrolde doktorunuz, eğer daha önce yapılmadıysa, sizden kan ve idrar örnekleri istiyor…


Ben, gebelikten önce toksoplazma bağışıklığımın olmadığını öğrenmiştim ve benim günlerce ağlamama sebep olan TSH’la hamileliğim sırasında tanıştım…


Şimdi, o endişeli zamanlara gülüp geçiyorum, ama içinde ‘can’ın varken durum pek öyle olmuyor…


Toksoplazma, çiğ etten bulaşan bir enfeksiyon… Anneye zararı yok ancak bebeğe bulaşması durumunda hiç de hoş olmayan durumlarla karşılaşılabiliniyor… Bu yüzden, anne doktorun tavsiyelerine uymak zorunda… Yapılacak şeyler çiğ et (sucuk, salam, çiğ köfte vb.) yememek, topraklı besinlere (patates, ıspanak, semizotu vb.) eldivensiz dokunmamak, elleri sık sık yıkamak gibi basit şeyler… Belli aralıklarla da tahlilleri yinelemek gerekiyor tabii… Buraya kadar her şey basit gözükse de, benim fazla evhamlı olmamdan ötürü neredeyse hamileliğim boyunca et yememeye kadar gelmiştim diyebilirim… Özellikle, dışarıda ya da başkası tarafından hazırlanan etin iyi pişip pişmediğine güvenemediğimden sadece annemin pişirdiklerini yiyebildim… Psikolojik olarak, zaten canın istemiyor, sanki et yersen çocuğuna zarar verecekmişsin gibi hissediyorsun…


Bir de TSH var… Doktorumuz, TSH’ın yüksek, endokrinolojiyle görüşmen lazım, bebekte bir takım problemlere yol açıyor dediğinde, işin boyutunu bilmiyordum tabii… Telefonu kapar kapamaz randevumu aldım ve TSH’ın nelere yol açtığını öğrenmek için internet başına oturduğumda hüngür  hüngür ağlamaya başladım… Hiç unutmam o günü, 6 Ekim 2011, gerçi o günden sonra da internette okuduklarımla panik yapmamayı öğrendim… Doktor gözetiminde olduktan sonra panikleyecek bir durum yok… Minnacık bir ilaç her sabah aç karnına içilir ve değerler düzelir… Hatta bebeğe artıları bile olur… Eğer, TSH’ınız yüksekse bebekte zeka geriliği, erken ya da ölü doğum, düşük, bebekte işitme ve görme kaybı gibi şeylere neden olabilir… Bu yüzden, kontrolleri ve tahlilleri ihmal etmeyin derim… Ve tabii, doktorunuza danışmadan hiçbir şey yapmayın…


Bu problemlerin dışında beni en rahatsız eden durum mide yanmasıydı… Halk arasındaki inanca göre, bebek çok saçlı olursa mide yanarmış, ben böyle bir şeye hiç inanmadım ama İren doğduktan sonra sadece saçtan oluştuğunu görünce ‘O mide boşuna yanmamış’ da dedim… Mide yanması için verilen bir şurup var, bana hiç faydası olmadı… Kendi kendime bulduğum bir kaç rahatlatan yöntemi paylaşmak isterim… Birincisi hamur yemek, mesela makarna… Yoğurdun mideyi daha kötü yaptığı söylense de bende öyle olmadı, bol bol yoğurt yedim… Soda, tavsiye edilmese de cola içmekte iyi geliyor… Ve sakız, akşama kadar çiğneyebilirsiniz… Çok rahatlatıyor… Esas problem uykuda oluyor, çünkü sırt üstü, yüz üstü, yan ne şekilde yatarsanız yatın yine de o mide uyutmaz… En iyisi, oturur pozisyonda sırtı bol yastıkla destekleyip, ayakları uzatıp, sevilen bir programı izlerken uykuya dalmak… Gerçi bu şekilde uyumak çok zor oluyor ama iyice daldıktan sonra kendiliğinden yatar pozisyona geçiyor insan…


Bu dönemde, bayanlar enfeksiyona daha açık olduğu için, idrar yolu enfeksiyonu yaşayabilir… Mide bulantısı çok oluyor, siz bunu hamileliğin getirdiği bulantı sanabilirsiniz, eğer bulantınız uzun süre aralıksız devam ediyorsa vereceğiniz idrar kültürü sonucunda vücuttaki enfeksiyon belirleniyor ve ona uygun tedavi başlıyor… 3-4 gün süren bir ilaç tedavisi…


Son olarak da, bağışıklığın düşmesi nedeniyle mantar olabiliyor vücutta… Ben hayatımda ilk kez mantar oldum ve o da kulağıma yerleşmiş… KBB’de kulak temizlendikten sonra alkollü bir karışımla günde 2 kez kulağı doldurup 5 dk. sonra boşaltıyorsunuz, biraz yansa da kısa sürede geçiyor… Yaşanan en büyük sıkıntı duyma da oluyor…


Bunun dışında, yukarıdakilere göre abartılmayacak olan çatlaklar ve doğum lekeleri oluşuyor… Çatlak olayının üzerinde hiç durmadım ben, ‘Karnım çatlayacaksa da kızım için çatlıyor’ dedim, verilen kremleri kullanmayı aksattım hep… Doğum lekeleri ise her anne adayında olmamasına rağmen bende fazlasıyla belliydi, özellikle çenemde ikinci bir dudakla gezdim, ama daha öncede söylediğim gibi içinde bir can taşıyan kadın kendini öyle özel hissediyor ki, o lekeler hiç rahatsız etmiyor, doğumdan 10-15 gün sonra da geçiyor…


Yani, bu küçük bebekler, daha dünyaya gözünü açmadan, anne karnındayken varlığını belli etmek için hiç rahat durmuyorlar :)

18+


İren’im yaklaşık 1 ay sonra 18 aylık olacak… Geçen süreyi anlatmak için biraz erken bir başlangıç olacak ama hazır bayram tatilindeyken yazayım istedim, sonra vakit bulamama ihtimalim çok yüksek çünkü…

Hamile olmadan önce ve hamile kaldıktan sonra insanın hayata bakışı çok farklı oluyor, hele gerçek anlamda ‘ANNE’ olduktan sonra bambaşka şeyler yaşanıyor… Aslında anlatması kolay ama inanması zor… Hani kendi annelerimiz hep anlatır yaşadıklarını, içten içe ‘Ne kadar abartıyor!’ deriz ya (yani en azından ben öyle düşünüyordum annemin anlattıklarına); yaşamayan anlayamaz gerçekten…

Hayat, çok basitmiş eskiden… İşe git, eve gel, hafta sonu planları yap, gez, eğlen…

Bebeğinin varlığını öğrenmenle birlikte, bunlar devam etse de, ciddi ciddi düşünmeye başlıyorsun ilerisini… Her şeyden önce aşırı bir merak oluyor; nasıl olacak, ne olacak, neler yapacak diye…

Sonra 9 aylık heyecan sona eriyor ve da da da daaammm…

Şimdi o ilk günleri düşünüyorum, ne kadar tecrübesiz ve zor günler… Gerçi büyüdükçe de ‘Ahh!’ diyorsun tabii…

Bugün evde mesela, 18 ay önce yattığı koltukta oturmayıp fırfır dolandığında fark ettik ki büyümüş bizim kızımız…

Her ne kadar anne-babaya bağlı olsa da, o da bir birey; istemediği şeye ‘Iııh ııhh’ demeyi, istediğini ‘Ih ıh’ deyip yaptırmayı biliyor…

Yaklaşık 18 aydır, hayatımızın tam merkezinde, tek bizim değil, tüm ailenin…

İren güldü, İren ağladı, İren döndü, İren yürüdü, İren ye(me)di!, İren uyudu, İren uyandı…

Yani, hepimizin dilinde onun yaptıkları…

O minicik halleriyle, dünyayı parmaklarında oynatıyorlar ya insan inanamıyor! Sabah kalkacağın saatten tutta yemek yiyeceğin saate kadar annesi-babası adına onlar karar veriyorlar… İyi de yapıyorlar… İster istemez bizlerinde hayatı düzene girmiş oluyor…

Bazen, itiraf ediyorum, yalnızlığı-sessizliği-sakinliği özlüyorum… Bir dizi izlemek bile lüks oluyor zaman zaman… Ya da kendine vakit ayırmak…

Annem, İren dünyaya gözlerini açmadan önce, ‘Saçını taramaya vaktin olmayacak!’ demişti; ‘Yok artık!’ olmuştu cevabım… Değil saç taramak, sabah kalktığım pijamayla 3 günü geçirdiğimi bilirim… Tabii her şey gibi o da bebeklerimiz büyüdükçe düzene giriyor… Aslında iş programlı olmakta, iyi organize olabilmekte… Bu yetiyi kazanmakta zaman alıyor tabii…

Çok uzattım… Biraz karamsar bir yazı gibi gözükse de; anne adaylarına, bebekleri dünyanın kaç bucak olduğunu göstermeden bir ön hazırlık yapayım dedim…

Ama, bu minik bedenlerle dünya kaç bucak olursa olsun ŞAHANE, emin olabilirsiniz…

Şimdi, yazımı yayımlayıp, uyuyan prensesimi koklayıp, huzur içinde uyuyacağım…

8 Ağustos 2013 Perşembe

Lohusa Sendromu


Son günlerde, yeni doğum yapan birkaç arkadaşımın ‘lohusa sendromu’ na kapılmış olduğunu görünce bende 14 ay öncesine döndüm tabii…

Aslında bunu benim değil, eşimin ve annemin anlatması daha doğru olur ama blogun şifresi sadece bende var malum…

İnsana, böyle her şeyin battığı başka bir dönem daha görmedim ben…

Mesela, eşin gayet samimi duygularla, ‘Bir şeye ihtiyacın var mı?’ diye sorar, sen ‘Ne demek bu? Ben kendi başıma işlerimi halledemiyor muyum?’ dersin…

Annenin, ev halkına, gizli gizli ‘Lohusa o, geçer, üstüne gitmeyin’ dediğini duyarsın…

Ben mesela,  en çok, yatağa girip kendi kendime ağlıyordum… Ruh halimden korkan eşim, psikologa gidelim istersen diyecek kadar endişelenmişti benim için…

Aslında, bu dönemde, en çok erkeklere iş düşüyor… Gerçekten, alttan alıp, sabırlı olmanız gereken bir dönem… Eşinizin, kimi zaman en büyük düşmanı, kimi zaman sığınacağı bir omuz oluyorsunuz…

Bir ara, eşimin bana zarar vermek için İren’e kötü bişey yapabileceğinden, hatta onu kaçıracağından filan şüphelenmiştim, ki bunu kendisi bile bilmez… Bu satırlar sayesinde öğrenmiş olacak!

Bunlar gibi bir sürü saçma sapan şey yapıyor insan, ama gerçekten elinde değil, bilerek, isteyerek hiç değil…

Benim, o döneme dair, çok net hatırladığım bir olay da, İren’imle geçmişti aramızda…

Kucağıma alırken, doğru tutmadığım söylendiğinde, o küçük bedeni anneme uzatıp, ‘Ben bu çocuğa bakamayacağım, istemiyorum onu, al sen bak…’ gibi haykırışlarım olmuştu… Sonra, çok pişman oldum tabii… İnsan, evladını nasıl öyle verip, kötü kötü söylemlerde bulunur…

Neyse ki, ertesi sabah, aklım başıma gelmişti de, küçüğümü kucağıma alıp onlarca kez özür dilemiştim ondan… İşte, o günden sonra da, hatırladığım kadarıyla, bu deli deli düşünceleri atmaya başladım kafamdan… Yani, bir kırılma noktasıydı da diyebiliriz…

Tüm, yeni doğum yapan annelere sendromsuz günler, yeni babalara da sabırlar dileyerek bitireyim bari :)

7 Ağustos 2013 Çarşamba

Aqua-Tots!

Tatildeyken, İren’in havuz ve denizle olan bağını görünce, “İstanbul’a dönünce ne yapsak?” diye düşünürken, karşımıza Aqua-Tots çıktı… Bugün ücretsiz deneme dersine katıldık ve bayram sonrası İren’in ikinci kez okullu olmasına karar verdik! (İlk kez okullu oluşumuzu daha sonra paylaşacağım…) 


Aqua-Tots, 6 aydan-6 yaşa, 8 seviyeden oluşan yüzme programları ile, bebek ve çocuklara güvenli yüzme eğitimi vermeyi amaçlayan, dünyada 40’dan fazla merkezi bulunan, eğitmenlerinin çocukları çok seven uzman sporculardan oluştuğu, son derece sevimli bir yer!


Deneme dersi için, suya dayanıklı çocuk bezinin üzerine Aqua-Tots tarafından verilen özel yüzme bezini giyip, İren’le duşumuzu aldık ve eğitmenimiz Didem Hanım’la birlikte havuza girdik… 30 aya kadar tüm çocuklar ebeveynleri ile suya giriyor, bu sayede, anne-babalarda eğitilmiş oluyor…


İlk yaptığımız şey, eğitmenimizin talimatları doğrultusunda ve bir şarkı eşliğinde İren’i  ileri geri, sağa sola döndürmek oldu… Daha sonra, suya daha fazla alışıp, güvenli bir ortamda olduğunu hissetmesi için, sudan balonlar çıkarıp, şap şap yaptık.


Ayak çırpmayı denedik, ardından İren’le önce yüz üstü, daha sonra sırt üstü yüzmeye çalıştık… Yüz üstünde problem olmadı ama normalde evde bile yatmaktan hoşlanmayan, hatta bebek arabasına bile oturmayı sevmeyen İren için sırt üstü suya uzanmak bir kabustu sanırım! Tüm mızmızlanmasına rağmen, istemediği bir durumun üstesinden gelme yönteminin bağırmak, mızmızlanmak olmaması gerektiğini pekiştirmek için aktiviteye ara vermeden, devam ettik. 


Daha sonra, eğitmenimizin bizim için kurduğu köprüden, yarısına kadar yüz üstü, yarısından sonra sırt üstü geçmeye çalıştık… Burada, İren’in kulağına su kaçtı ve bu durum biraz rahatsız etti onu.


Beşinci aşamada, kocaman bir kurbağa şeklindeki matın üzerine oturup, ayaklarımızı sarkıtarak suya değdirdik ve üzerindeki oyuncakları suya atarak, suyun aslında derin bir şey olduğunu ve nesnelerin batabileceğini anlamasını sağlamaya çalıştık… Batan oyuncakları da almasına yardım ettik…


Başta da belirttiğim gibi amaç güvenli yüzme olunca, İren’in kötü bir durumla karşılaşması halinde, havuz kenarına tutunarak nasıl çıkacağını gösterdi eğitmenimiz… Tabii, bu aşamada, tutma kısmında problem olmadı ama popoyu kaldıramadı İren, itiraf ediyorum; ben arkadan ittim :)
 

Sonra, havuz kenarına oturup,  ellerinden tutarak havuza doğru atlamasını sağladık ama bizim cadı, havuzu, evdeki koltuk sanmış olacak ki, oturduğu yerde geri dönüp, önce bacakları aşağı sarkıtıp, geri geri havuza inmeyi tercih etti… Birkaç denemeden sonra, doğru yolu bulabildik…


Son aşamadaysa, havuzdaki oyuncaklarla serbestçe oynamasını izledik… Amaç, ayrılırken güzel anılarla çıkması, rahatlaması….


Dersler, 30 dakika sürüyor… Özel ders ya da grup ders seçme imkanınız var… Biz, sosyalleşmesi için, grup dersi tercih edeceğiz… Hem güvenlik, hem de herkese yeteri kadar zaman ayırabilmek adına gruplar en fazla 4 çocuktan oluşuyormuş… Bu arada, her ders eğitmenler değişiyor, amaç, bebeğin tek bir kişiye alışarak, o olmadan havuza girmeme ihtimalini azaltmak… Eğitmenlerin değişmesi, çocuğun gelişiminin takip edilemeyeceğini düşündürdü bana, pek hoşuma gitmedi, ama her çocuk için bir değerlendirme formu (Aqua-Card) hazırlandığını duyduğumda rahatladım… Mesela, biz sırt üstünde problem yaşadık, bunun bilgisi diğer eğitmene gidiyor ve gelecek derste o  konu üzerine çalışılınıyor…


Havuzdan çıktıktan sonra, soyunma odalarında da, bebekler için, alt değişme ünitesinden, beze, şampuandan, föne kadar her şey düşünülmüş…


İren’i hazırlayıp, anneannesine teslim ettikten sonra, danışmadan bilgi alırken, onun çoktan Aqua-Tots’u keşfettiğini görmek de ayrıca mutlu etti beni, hemen içerdeki oyun alanına dalmıştı bile…  


Bu arada derse, eğitmenle birlikte tek bir ebeveyn girebiliyor, ama bizim gibi her yere kalabalık aile olarak gidenlerde düşünülmüş… Havuzun camla kaplı arka kısmından anneanneler-dedelerde çocuklarınızı izleyebilir…


Eve döndüğümüzde, İren, ilk defa, hazırladığım bütün tabağı bitirdi ve akşam 21:30’da uyudu… Sadece bunun için bile Aqua-Tots’a binlerce teşekkür :)

5 Ağustos 2013 Pazartesi

Normal doğum mu, sezeryan mı?


Blogda ki ilk yazım olan ‘Anneliğe İlk Adım’ da İren’in hayata nasıl tutunduğunu ayrı bir yazı konusu olarak anlatacağımı yazmıştım… Ancak fırsat bulup, sözümü tutuyorum…

Hamilelik, bir kadının kendini en özel hissettiği dönem bence… En güzel, en mutlu, en güçlü…

O ‘annelik içgüdüsü’ denilen şey, bebeğinin varlığını öğrendiğin an başlıyor gerçekten…

Ben o süreçte defalarca, ‘Ömür boyu bu şekilde kalabilirim’ dediğimi çok net hatırlıyorum. Bunun sebebi, büyük ihtimal, ilk aylarda yaşanan bulantılar ve son aylarda başlayan dayanılmaz mide yanmaları dışında hiçbir problem yaşamamam sanırım…

9 aylık heyecanlı bekleyişin sonuna yaklaşırken başladı benim sıkıntılarım, bunlar fiziksel değil, ruhsal sıkıntılardı…

Doğum korkusu sardı… Ona nasıl bakarım korkusu kapladı içimi…

İren’de bunları hissetmiş olacak ki, ben ne kadar ‘Doğurmak istemiyorum, korkuyorum, böyle kalsın’ dediysem, O, o kadar doğmamak için direndi!

Başından beri normal doğum istiyordum, eşimde, doktorumda beni destekliyordu… Fakat, zaman geçtikçe, yapılan son kontrollerde, NST’de mesela, herkes 20 dakika da işini bitirip çıkarken, ben 1 saate yakın kalıyordum, çünkü normalde kıpır kıpır olan İren, orada kımıldamıyordu bile…

Ha kımıldadı, ha kımıldayacak, ha kasıldı, ha kasılacak diye diye 5-6 kez bağlandım oraya… 

Sonra, doktorumuz, İren’in iri bir bebek olduğunu ve bu işin eninde sonunda sezeryana gideceğini söyledi… Ben, normal doğumda ısrar edince, beklenen gününden 4 gün önce (amaç İren’in iyice toparlak bir şey olmaması), suni sancıyla normal doğum yapabileceğimizi söylediğinde sevindim sevinmesine de, böyle bir şeye hazır değildim henüz…

Tabii, bu iş, senin keyfini beklemiyor!

Herkesi, bir telaş, bir heyecan aldı... O son gece, sabaha kadar uyumadan kendime terapi yaptım ütü yaparak… (gerçekten çok yaratıcıymışım!)   

Sabah, denilen saatte hastaneye vardığımızda, bir ilaç ve ardından serumla suni sancı verilmeye başlandı… Yaklaşık 9 saat sonunda, İren’in anne karnından dünyaya ‘merhaba’ demeye hiç niyeti olmadığından, bende de artık sabır kalmadığından, sezeryana karar verdik… Şimdi, düşünüyorum… En başından, doktorumuzu dinleyip bunu yapsaydım da, saatlerce yatağa bağlı kalmasaydım ve amacına ulaşmayacak bir girişim için boşu boşuna bebeğimi zora sokmasaydım; ya da biraz daha sabredip normal doğum mu yapsaydım diye…

Sonuçta, değişen hiçbir şey yok… Hepimizin tek hayali bebeğini sağlıkla kucağına almak… Neticede öyle oldu çok şükür ama hem genetik faktörlerden hem de sezeryan dolayısıyla bebeğimi istediğim kadar emzirememenin verdiği suçluluk duygusu sanırım aklımın bir köşesinde hayat boyu bir iz bırakacak!

Bana sorarsanız, her şeyi akışına bırakmalı, olmuyorsa da zorlamamalı! Doktorunuzun sözü mutlaka dinlenmeli!