8 Ağustos 2013 Perşembe

Lohusa Sendromu


Son günlerde, yeni doğum yapan birkaç arkadaşımın ‘lohusa sendromu’ na kapılmış olduğunu görünce bende 14 ay öncesine döndüm tabii…

Aslında bunu benim değil, eşimin ve annemin anlatması daha doğru olur ama blogun şifresi sadece bende var malum…

İnsana, böyle her şeyin battığı başka bir dönem daha görmedim ben…

Mesela, eşin gayet samimi duygularla, ‘Bir şeye ihtiyacın var mı?’ diye sorar, sen ‘Ne demek bu? Ben kendi başıma işlerimi halledemiyor muyum?’ dersin…

Annenin, ev halkına, gizli gizli ‘Lohusa o, geçer, üstüne gitmeyin’ dediğini duyarsın…

Ben mesela,  en çok, yatağa girip kendi kendime ağlıyordum… Ruh halimden korkan eşim, psikologa gidelim istersen diyecek kadar endişelenmişti benim için…

Aslında, bu dönemde, en çok erkeklere iş düşüyor… Gerçekten, alttan alıp, sabırlı olmanız gereken bir dönem… Eşinizin, kimi zaman en büyük düşmanı, kimi zaman sığınacağı bir omuz oluyorsunuz…

Bir ara, eşimin bana zarar vermek için İren’e kötü bişey yapabileceğinden, hatta onu kaçıracağından filan şüphelenmiştim, ki bunu kendisi bile bilmez… Bu satırlar sayesinde öğrenmiş olacak!

Bunlar gibi bir sürü saçma sapan şey yapıyor insan, ama gerçekten elinde değil, bilerek, isteyerek hiç değil…

Benim, o döneme dair, çok net hatırladığım bir olay da, İren’imle geçmişti aramızda…

Kucağıma alırken, doğru tutmadığım söylendiğinde, o küçük bedeni anneme uzatıp, ‘Ben bu çocuğa bakamayacağım, istemiyorum onu, al sen bak…’ gibi haykırışlarım olmuştu… Sonra, çok pişman oldum tabii… İnsan, evladını nasıl öyle verip, kötü kötü söylemlerde bulunur…

Neyse ki, ertesi sabah, aklım başıma gelmişti de, küçüğümü kucağıma alıp onlarca kez özür dilemiştim ondan… İşte, o günden sonra da, hatırladığım kadarıyla, bu deli deli düşünceleri atmaya başladım kafamdan… Yani, bir kırılma noktasıydı da diyebiliriz…

Tüm, yeni doğum yapan annelere sendromsuz günler, yeni babalara da sabırlar dileyerek bitireyim bari :)

7 Ağustos 2013 Çarşamba

Aqua-Tots!

Tatildeyken, İren’in havuz ve denizle olan bağını görünce, “İstanbul’a dönünce ne yapsak?” diye düşünürken, karşımıza Aqua-Tots çıktı… Bugün ücretsiz deneme dersine katıldık ve bayram sonrası İren’in ikinci kez okullu olmasına karar verdik! (İlk kez okullu oluşumuzu daha sonra paylaşacağım…) 


Aqua-Tots, 6 aydan-6 yaşa, 8 seviyeden oluşan yüzme programları ile, bebek ve çocuklara güvenli yüzme eğitimi vermeyi amaçlayan, dünyada 40’dan fazla merkezi bulunan, eğitmenlerinin çocukları çok seven uzman sporculardan oluştuğu, son derece sevimli bir yer!


Deneme dersi için, suya dayanıklı çocuk bezinin üzerine Aqua-Tots tarafından verilen özel yüzme bezini giyip, İren’le duşumuzu aldık ve eğitmenimiz Didem Hanım’la birlikte havuza girdik… 30 aya kadar tüm çocuklar ebeveynleri ile suya giriyor, bu sayede, anne-babalarda eğitilmiş oluyor…


İlk yaptığımız şey, eğitmenimizin talimatları doğrultusunda ve bir şarkı eşliğinde İren’i  ileri geri, sağa sola döndürmek oldu… Daha sonra, suya daha fazla alışıp, güvenli bir ortamda olduğunu hissetmesi için, sudan balonlar çıkarıp, şap şap yaptık.


Ayak çırpmayı denedik, ardından İren’le önce yüz üstü, daha sonra sırt üstü yüzmeye çalıştık… Yüz üstünde problem olmadı ama normalde evde bile yatmaktan hoşlanmayan, hatta bebek arabasına bile oturmayı sevmeyen İren için sırt üstü suya uzanmak bir kabustu sanırım! Tüm mızmızlanmasına rağmen, istemediği bir durumun üstesinden gelme yönteminin bağırmak, mızmızlanmak olmaması gerektiğini pekiştirmek için aktiviteye ara vermeden, devam ettik. 


Daha sonra, eğitmenimizin bizim için kurduğu köprüden, yarısına kadar yüz üstü, yarısından sonra sırt üstü geçmeye çalıştık… Burada, İren’in kulağına su kaçtı ve bu durum biraz rahatsız etti onu.


Beşinci aşamada, kocaman bir kurbağa şeklindeki matın üzerine oturup, ayaklarımızı sarkıtarak suya değdirdik ve üzerindeki oyuncakları suya atarak, suyun aslında derin bir şey olduğunu ve nesnelerin batabileceğini anlamasını sağlamaya çalıştık… Batan oyuncakları da almasına yardım ettik…


Başta da belirttiğim gibi amaç güvenli yüzme olunca, İren’in kötü bir durumla karşılaşması halinde, havuz kenarına tutunarak nasıl çıkacağını gösterdi eğitmenimiz… Tabii, bu aşamada, tutma kısmında problem olmadı ama popoyu kaldıramadı İren, itiraf ediyorum; ben arkadan ittim :)
 

Sonra, havuz kenarına oturup,  ellerinden tutarak havuza doğru atlamasını sağladık ama bizim cadı, havuzu, evdeki koltuk sanmış olacak ki, oturduğu yerde geri dönüp, önce bacakları aşağı sarkıtıp, geri geri havuza inmeyi tercih etti… Birkaç denemeden sonra, doğru yolu bulabildik…


Son aşamadaysa, havuzdaki oyuncaklarla serbestçe oynamasını izledik… Amaç, ayrılırken güzel anılarla çıkması, rahatlaması….


Dersler, 30 dakika sürüyor… Özel ders ya da grup ders seçme imkanınız var… Biz, sosyalleşmesi için, grup dersi tercih edeceğiz… Hem güvenlik, hem de herkese yeteri kadar zaman ayırabilmek adına gruplar en fazla 4 çocuktan oluşuyormuş… Bu arada, her ders eğitmenler değişiyor, amaç, bebeğin tek bir kişiye alışarak, o olmadan havuza girmeme ihtimalini azaltmak… Eğitmenlerin değişmesi, çocuğun gelişiminin takip edilemeyeceğini düşündürdü bana, pek hoşuma gitmedi, ama her çocuk için bir değerlendirme formu (Aqua-Card) hazırlandığını duyduğumda rahatladım… Mesela, biz sırt üstünde problem yaşadık, bunun bilgisi diğer eğitmene gidiyor ve gelecek derste o  konu üzerine çalışılınıyor…


Havuzdan çıktıktan sonra, soyunma odalarında da, bebekler için, alt değişme ünitesinden, beze, şampuandan, föne kadar her şey düşünülmüş…


İren’i hazırlayıp, anneannesine teslim ettikten sonra, danışmadan bilgi alırken, onun çoktan Aqua-Tots’u keşfettiğini görmek de ayrıca mutlu etti beni, hemen içerdeki oyun alanına dalmıştı bile…  


Bu arada derse, eğitmenle birlikte tek bir ebeveyn girebiliyor, ama bizim gibi her yere kalabalık aile olarak gidenlerde düşünülmüş… Havuzun camla kaplı arka kısmından anneanneler-dedelerde çocuklarınızı izleyebilir…


Eve döndüğümüzde, İren, ilk defa, hazırladığım bütün tabağı bitirdi ve akşam 21:30’da uyudu… Sadece bunun için bile Aqua-Tots’a binlerce teşekkür :)

5 Ağustos 2013 Pazartesi

Normal doğum mu, sezeryan mı?


Blogda ki ilk yazım olan ‘Anneliğe İlk Adım’ da İren’in hayata nasıl tutunduğunu ayrı bir yazı konusu olarak anlatacağımı yazmıştım… Ancak fırsat bulup, sözümü tutuyorum…

Hamilelik, bir kadının kendini en özel hissettiği dönem bence… En güzel, en mutlu, en güçlü…

O ‘annelik içgüdüsü’ denilen şey, bebeğinin varlığını öğrendiğin an başlıyor gerçekten…

Ben o süreçte defalarca, ‘Ömür boyu bu şekilde kalabilirim’ dediğimi çok net hatırlıyorum. Bunun sebebi, büyük ihtimal, ilk aylarda yaşanan bulantılar ve son aylarda başlayan dayanılmaz mide yanmaları dışında hiçbir problem yaşamamam sanırım…

9 aylık heyecanlı bekleyişin sonuna yaklaşırken başladı benim sıkıntılarım, bunlar fiziksel değil, ruhsal sıkıntılardı…

Doğum korkusu sardı… Ona nasıl bakarım korkusu kapladı içimi…

İren’de bunları hissetmiş olacak ki, ben ne kadar ‘Doğurmak istemiyorum, korkuyorum, böyle kalsın’ dediysem, O, o kadar doğmamak için direndi!

Başından beri normal doğum istiyordum, eşimde, doktorumda beni destekliyordu… Fakat, zaman geçtikçe, yapılan son kontrollerde, NST’de mesela, herkes 20 dakika da işini bitirip çıkarken, ben 1 saate yakın kalıyordum, çünkü normalde kıpır kıpır olan İren, orada kımıldamıyordu bile…

Ha kımıldadı, ha kımıldayacak, ha kasıldı, ha kasılacak diye diye 5-6 kez bağlandım oraya… 

Sonra, doktorumuz, İren’in iri bir bebek olduğunu ve bu işin eninde sonunda sezeryana gideceğini söyledi… Ben, normal doğumda ısrar edince, beklenen gününden 4 gün önce (amaç İren’in iyice toparlak bir şey olmaması), suni sancıyla normal doğum yapabileceğimizi söylediğinde sevindim sevinmesine de, böyle bir şeye hazır değildim henüz…

Tabii, bu iş, senin keyfini beklemiyor!

Herkesi, bir telaş, bir heyecan aldı... O son gece, sabaha kadar uyumadan kendime terapi yaptım ütü yaparak… (gerçekten çok yaratıcıymışım!)   

Sabah, denilen saatte hastaneye vardığımızda, bir ilaç ve ardından serumla suni sancı verilmeye başlandı… Yaklaşık 9 saat sonunda, İren’in anne karnından dünyaya ‘merhaba’ demeye hiç niyeti olmadığından, bende de artık sabır kalmadığından, sezeryana karar verdik… Şimdi, düşünüyorum… En başından, doktorumuzu dinleyip bunu yapsaydım da, saatlerce yatağa bağlı kalmasaydım ve amacına ulaşmayacak bir girişim için boşu boşuna bebeğimi zora sokmasaydım; ya da biraz daha sabredip normal doğum mu yapsaydım diye…

Sonuçta, değişen hiçbir şey yok… Hepimizin tek hayali bebeğini sağlıkla kucağına almak… Neticede öyle oldu çok şükür ama hem genetik faktörlerden hem de sezeryan dolayısıyla bebeğimi istediğim kadar emzirememenin verdiği suçluluk duygusu sanırım aklımın bir köşesinde hayat boyu bir iz bırakacak!

Bana sorarsanız, her şeyi akışına bırakmalı, olmuyorsa da zorlamamalı! Doktorunuzun sözü mutlaka dinlenmeli!

Tatil...

Siz hiç Bodrum’a gidip, sabah 7’de uyanıp, akşam 10’da uyudunuz mu?

Girizgahtan anlaşılacağı üzere, konu İren’le ilk tatilimiz…

Hazırlıklar haftalar önce başladı… Doktora gidildi, tatil reçetesi alındı… Hele de benim gibi başımıza gelebilecek her türlü kötü süprize karşı hazırlıklı olma hissiyatı gelişmiş biri için bir küçük valiz sadece ateş dürücü, isal durdurucu, yanık kremi, antibiyotik, arı sokması için amonyak, idrar yolu enfeksiyonu için temizleme jeli, efendime söyleyeyim, vitamin, güneş kremi, diş jeli, nemlendirici derken bir ecza valizi hazırlandı…

Sanki, savaş çıkmışta, kıtlık başlamış gibi, bir de, onu yemezse bu mamayı yer, bunu yemezse şu da alternatif olsun diye çeşit çeşit mamalar konuldu… Otelde tabak-kaşık olmama ihtimaline karşı (!) mama tabağı ve kaşığı da alındı tabii…


Ve yola çıkıldı…

Uçakla gideceğimiz için basınç ve kulak ağrısı en korktuğum şeydi… Buna tedbir olarak yola çıkmadan 1 saat önce burun tıkanıklığını gidermek için Serum Fizyolojik ve Sudafed’de verildikten sonra, ‘Bizi neler bekliyor acaba?’ diyerek maceraya koyulduk…


Neyseki, korktuğum hiçbirşey başımıza gelmedi…


İren, gidişte de dönüşte de mışıl mışıl uyudu…

Otele geldiğimizde, ilk gün minik prensesi daha fazla hırpalayıp yormamak için denize inmedik. Biraz uykudan sonra, akşam yemeği, sahilde yürüyüş ve derin bir uykunun ardından sabah erken saatlerde uyanıp, rutin kahvaltısı yaptırıldı ve önceliği, üşümemesi ve korkmaması için havuza verdik… Erken saatlerde olduğu için çocuk havuzuna daha kimse inmeden giderek, gönül rahatlığıyla soktuk suya… O da, pek bir keyif aldı…


Öğle uykusu ardından ilk kez denizle tanıştı İren… Ege’nin denizi soğuktur bilirsiniz, ben bile zor girerken, İren, sanki 40 yıldır denize giriyormuş gibi badi badi yüreyerek giriverdi suya…

 

Oyunlarla, ‘Hadi anneyi ıslatalım’; ‘Hadi babayı ıslatalım’; ‘Hadi vapur yapalım’ diye diye 10 günü bitirdik… Bitirdikte bizde bittik tabii…


Anne-baba olarak geçirdiğimiz ilk tatildi, ve birlikte en keyifli tatilimizdi… İren, mutlu oldukça, yüzünden gülücükler, ağzından kahkalar çıktıkça bütün yorgunluğumuz gitti…

En büyük problemi İstanbul’da da olduğu gibi yemek ve uykuda yaşadık… Aklı hep muzurlukta olduğundan, gün içinde 1 saat kadar öğlen uykusuyla idare etti (tabii bu da akşam erkenden sızmasına neden oldu :)). Yemeklerde de, her zamanki gibi son derece seçici davranarak, ağzının tadına uymayan hiçbirşeyi yemedi küçük gurme… Bol meyve suyu, yoğurt, meyve, ayran, devam sütüyle, arada bir de peynirin arkasına sakladığımız yumurtayla besleyebildik sadece… Haa bir de, bugüne kadar hiç yemediği gofret, dondurma ve çikolata ile de tanıştı… Eee, onları da hapur hupur indirdi mideye tabii… 



















Yani, kısaca, bu tatil, bugüne kadar bildiğimiz ‘eski’ tatillerden değildi… İren sayesinde denize girebildik, güneşi sadece onunla denizdeyken görebildik, tek lüksüm akşamları odada o uyurken kitap okumak oldu :)
  
Ne eğlence, ne gezme, ne müzik… Biz hepsini balkondan dinleyip, insanların nasıl eğlendiğini duymakla yetinirken, ‘Ay, hiç işleri yok, yatıp uyusalar ya…’ diyerek garipsedik bir de eğleniyor olmalarını!

Bu tatilden bana kalan en son anı ise 8 parti çamaşırla birlikte 4 saat süren ütü oldu, o da bugün bitti çok şükür :)

Seneye, biraz daha büyümüş bir küçük canavar olarak, bakalım neler yapacak...