27 Ekim 2024 Pazar

Yas ve Ölüm Festivali Üzerine

Dün bir festivale katıldım. “Yas ve Ölüm Festivali”. “Yas ve ölüm” sözcükleri “festival” sözcüğü ile tezat oluşturuyor ilk bakışta, değil mi? Bu sözcükler nasıl bir araya gelebilir demeyin. “Festival” TDK’ da “şenlik” olarak tanımlanıyor. Ancak, ikinci tanımı olan “dönemi, yapıldığı çevre, katılanların sayısı veya niteliği programla belirtilen ve özel önemi olan gösteri” ele alındığında bu tezat duran sözcükler aynı çatıda toplanabilir.

Festivalin ev sahibi tahmin edebileceğiniz üzere ölüm gerçeği ile yüzleşmiş, yası yaşayan gönüllüler tarafından kurulan https://yasveolumbilgeligi.org/Festival, 3 kanaldan devam eden 20 oturumdan oluşuyor. Katılabildiklerimden öğrendiklerimi blogda paylaşmak istedim.

Açılıştan sonra Berna Köker Poljak’ ın “Yasın Kutsal Toprakları” oturumuna katıldım. Kendisi ölüm ve yas doulası, hem de bu projenin yürütücüsü. Ayrıca, “Ölüm Yaşamın Mührü” kitabının yazarı. Berna Hanım, Micahel Colbi’ nin “Grief” kitabından bahsederek ölüm ve yas ile ilgili felsefi nitelikte sorular sorarak farklı bakış açıları sundu.

“Kimler için yas tutarız?”

Akla ilk gelen cevaplar: kaybettiklerimiz, sevdiklerimiz, yakınlarımız, bağ kurduklarımız…

“Kimliğimize yatırım yapmaya yardımcı olan kişilerin yasını tutarız.” cümlesi beni çok etkiledi ve İren’ i kaybettikten kısa bir süre sonra yaşadığım “kimlik krizi” deneyimimi paylaştım.

Doldurduğum bir formda “Çocuğunuz var mı?” sorusu ile karşılaştığımda ne yazacağımı bir süre düşünmüştüm o gün. O soru annelik kimliği kaybetmiş olduğumu yumruk gibi indirmişti kalbime. Sonrasında, annelik kimliğimi kaybetmediğimi, anneliğimin dönüştüğünü gördüm. Halen de dönüşmeye devam ediyor. Bu noktada, İren için “sessizlik duruşunda” bulunuldu. Hiç görmediğim, tanımadığım insanların acımı paylaşması ve bazı yakın tanıdıklarımın hissettiremediği “kaybın bizim için değerli” duygusunu yaşatmaları çok anlamlıydı benim için. Böyle topluluklarda söyleyeceğin herhangi bir cümlenin, düşüncenin yargılanmayacağını bilmek insana büyük bir konfor sağlıyor. O yüzden, bu festivaller, bir araya gelişler keşke daha sık gerçekleşse.

Benim için bir diğer önemli nokta, Berna Hanım’ ın yasın duygular ve seçimler olduğunu vurgulamasıydı. Süreçte, en sık duyduğum ve en çok yaralayan cümleler İren’ in eşyalarını, fotoğraflarını, ona ait olan şeyleri kaldırmam üzerineydi. Oysa, yas seçim demekmiş. Ben ona ait hiçbir şeyi hayatımdan çıkarmamayı seçtim.

Bu ilk oturumda o kadar çok dikkat çeken nokta vardı ki 2 dolu sayfa not almışım. Berna Hanım’ ın bu oturumu Youtube’ a yüklendiğinde mutlaka paylaşacağım.

Beni etkileyen bir diğer oturum Fatma Ece Çetin tarafından hazırlanan “Aktif Yas Sürecinde Aktif Beyin” oldu. Nörolojik sistemin yas sürecinde nasıl işlediğini öğrendik. Yine kendi yasımın ilk günlerine gittim. Beynimin içinde bir milyon kişi zıplıyor gibiydi. Baş ağrım ilaçlara rağmen asla geçmiyor, zar zor daldığım kısa süreli uykularda bile kafamın içindeki ağırlığı hissediyordum. Gözümü her açıp kapadığımda süreçle ilgili bitmeyen yüzlerce soru geliyordu önüme. Fatma Ece Çetin yas sürecinde bir ağacın tepesinden köklerine düştüğümüzü, dipten çıkmak için beynin mücadele verdiğini ancak çıkarken atılan her adımda yeni bir şeyle karşılaştığımız için (anılar, pişmanlıklar, keşkeler, ölüm şekli, kişinin bizdeki yeri vb.) ağacın tepesine ulaşmanın zamana bağlı olduğunu söyledi. Tabii, bu zaman kişiye göre değişiyor. Ağacın tepesine ulaşmak için kayıpla gelen yeni yaşantıya, yeni kişiliğe, kimliğe, yeni beyne adapte olmamız, kısacası bu yeniyi öğrenmemiz gerekiyor.

Daha sonra, Nazlı Akın’ ın “Yasım Bir Öykü Olsaydı” oturumuna katıldım. Burda,  https://yasveolumbilgeligi.org/ çatısı altında online bir dergi ile karşılaştım: “Eşik”. Gönüllü yazarların yas ve ölüm üzerine kaleme aldıkları öykülere, şiirlere, denemelere https://yasveolumbilgeligi.org/esik/ sitesinden bakmanızı öneririm. Belki, İren’ le “Eşik” te oluruz…

Bir başka etkileyici oturum “Judith Liberman’ la Sohbet” ti. Ölümü, ölüm olmadan nasıl konuşacağız üzerinde duruldu. Fark ettim ki, gerçekten ölüm kapımızı çaldıktan sonra ölümü konuşuyoruz, daha öncesinde yokmuş gibi davranıyoruz. Bunun için benim hayatımda en belirgin örnek, İren’ den birkaç ay önce okulumuzdan bir çalışma arkadaşımızın oğlunu kaybetmesiydi. Yanına gidememiştim. Aslında kaçtığım böyle bir şey başıma gelirse ne yaparım duygusu idi. Evladı olmadan ne yapar diye kendi kendime sorduğumda artık hayatının bittiğini, aklını kaçıracağını, işe gelemeyeceğini düşünmüştüm. Çok tuhaf değil mi? Hayat devam ediyor, aklımı kaçırmayı çok istememe rağmen kaçıramadım, işe gidiyorum… Düşündüğüm hiçbir tepki olmadı benim hikayemde… Çünkü yaşam hikayeleri uzaktan öngörülerle yazılamayacak kadar tahmin edilemez…

Bir sonra ki oturum Handan Armağan’ ın “Tutunmak ve Tutunamamak” oturumuydu. Handan Hanım, hayatı kontrol altında tutma sanrılarımızdan bahsetti. Söylediği her cümlede aynada kendime baktığımı hissettim. Yas sürecinde aklımızdan çıkmayan “Neden? Kimin hatası? Öyle mi olsaydı? Böyle mi yapsaydık?” sorularının kaynağının, gerçeğin doğasında olan ölümü kontrol edebileceğimiz güdüsü olduğunu söyledi. Aslında, zihnimizi bile kontrol edemeyen varlıklar olarak, her şeyi kontrol edebileceğimizi düşünmenin ne kadar nafile bir çaba olduğunu anladım oturum sonunda.

Son olarak, Nur Engin’ in “Momento Mori: Kelimelerle Dönüşen Ölüm ve Yas Algısı” oturumunda ölüm ve yasa edebiyat penceresinden baktık. Okuma listeme yeni kitaplar eklendi.

Bu arada katılmak istediğim 4 oturum daha vardı ancak zaman uymadı. Onların kayıtlarını mutlaka izleyeceğim.

Ölüm ve yasın konuşulduğu, yaklaşık 12 saat süren bu festivalde, dünyaya gelişimizle birlikte ölümün varlığını kabul etmiş olmamız ve hayatın olağan döngüsünde bu gerçekle yaşamamız gerekliliği üzerinde farkındalık yaratılmış oldu. Benim için en önemli olan şey birbirini anlayan bir toplulukta dayanışmada bulunmaktı. Emeği geçen herkese sonsuz teşekkürler…

21 Ekim 2024 Pazartesi

YAS GÜNLÜKLERİ -3- Özdeşim

Yas üzerine yapılan çalışmaları okuma, bu konuda araştırmalar yapma, bir şeyler öğrenme, öğrenirken içinde bulunduğum süreçle ilgili aslında farkında olmadan yaptıklarımın, verdiğim tepkilerin, düşüncelerimin içsel bir yol arayışı olduğunu keşfetmek süreçte bana iyi geliyor. 

Maalesef, ölüm ve yas konusunda genel olarak bilgisiz bir toplum olduğumuzu görüyorum. Aslında bunun en büyük sebebi, ölüm gerçeği ile yüzleşmekten kaçınmamız. Keza, 3 ay öncesine kadar bende bu gerçekten kaçınan biriydim. Bunun için kendi çapımda da olsa, yas sürecini yaşayanlara/ileride yaşayacak olanlara belki küçük bir fayda sağlarım diye düşünerek “Yas Günlükleri” nin 3. yazısında “Özdeşim” konusunu ele almak istedim.

Sevdiğin birini kaybettiğinde, hele ki bu evladınsa, değil başa çıkmak yüzleşmek bile zor geliyorsa, etrafındaki insanlar destek olmak için neler yapabileceklerinin izini sürmeye başlıyorlar. Akla ilk gelen ilaç alınması. Bazı kulaktan dolma bilgiler veya edinilen tecrübeler ile tavsiyeler veriliyor ama bu acıyı yaşayan kişinin ne istediği ya da neye ihtiyacı olduğu sorulmuyor.

O gün 9. katta doktorların odadan çıkıp tedirgin gözlerle bakmaları, beni ısrarla acile alıp sakinleştirmek istemeleri ile başlıyor bu “neye ihtiyacı olduğunu anlamama” süreci. Ben hiçbir şekilde sakinleştirici, ilaç vb. almak istemedim. Ne o gün, ne cenaze günü, ne de sonrasında. Kendi adıma, o şuurunu kaybetmiş haldeyken aldığım en şuurlu kararın bu olduğunu düşünüyorum. Bu acının dışına çıkılmayacağını bilmeme rağmen; yangının içinden geçmeden, o alev topuna değmeden yanmaya alışamayacağımın farkındayım. Aklımı kaçırmayı, bir hastane odasına kapatılıp boş duvarlara bakmayı ve bu gerçeği zihnimden silmeyi çok isterdim. Olanı ve duyguları bloke etmek gerçeği değişir miydi peki? Hayır. Bu yüzden, “bilinçli bir delilik” diye tabir ettiğim süreci yaşamaktan başka çarem yok.

Hafta sonu, Prof. Dr. Vamık D. Volkan’ ın “Kayıptan Sonra Yaşam” kitabında okuduğum bir bölüm beni 1 ay önce gittiğim ve o görüşmeden sonra yaklaşık 10 gün kendime gelemediğim psikiyatristin ofisine götürdü…

Kitapta, yazar Daphne Du Maurier, 33 yıllık eşinin kaybından sonra onun eşyalarını kullanarak destek bulduğunu şu cümleler ile ifade etmiş:

“Onun bazı şeylerini aldım. Onun gömleklerini giyiyor, yazı masasında oturuyor, yüzlerce taziye mektubunu yanıtlamak için onun kalemlerini kullanıyordum. Onun dokunduğu tüm nesnelerle özdeşim yaparak onunla yakın oluyordum. En zor olan gecelere katlanmaktı. Sıcak bir şeyler içme alışkanlığı, iki köpeğe verdiği şekerler, okuduğu dualar… Onun alışkanlıklarını sürdürdüm. Çünkü bu da acıyı azaltıyordu.”

Psikolojide “özdeşim” kavramı olarak belirtilen bu durum, genellikle sevdiğimiz kişinin gereksinim duyduğumuz yönlerini taklit ederek yaşamımızda açılan boşluğu kapatma ve kendimizi sağlamlaştırma olarak açıklanmakta.

Kitapta, yas sürecinde özdeşimin taklitten daha fazlası olduğundan ve kederi yatıştırma gücünden bahsediliyor. Sevdiğimiz bir kaybın özelliklerini üzerimize aldıkça ona bağımlılığımızın azaldığı; yakınlık ihtiyacının dışavurumu olarak bilinçdışı başlayan bu sürecin, sonunda kendi başımıza ayakta durmamıza yardım edeceğinin altı çiziliyor. Demek ki özdeşim, yası tamamlamamıza destek olan bir tür acı ile başa çıkma mekanizması.

Freud’ a göre özdeşim ayrılmayı uzaklaştırma çabasıyla başlamaktaymış. Prof. Dr. Vamık D. Volkan’ a göre ise özdeşimler kaybettiğimiz kişiye yakın kalabilmemiz için bilinçdışı bir arzuyla güdülenerek bir tür içsel hatıra gibi işlev görmekteymiş.

Yazar Toby Talbot ise yastan çıkarken annesiyle yaptığı özdeşimleri şöyle ifade etmiş:

“Hiç olmadığım kadar onunla doluyum. Şimdi ikimizi birden temsil eden benim. Ben, artık ikimizin de geçmişiyim. Ben, annem ve kendimim.”

Gelelim benim özdeşim sürecime… Ve 10 gün kendime gelemediğim psikiyatristin ofisine…

Yaklaşık 4 yıldır İren’ le aynı odayı paylaşıyoruz. Yataklarımız ayrı, kendi alanlarımız var ama odanın birçoğu İren’ e ve onun eşyalarına ait. Bu durumdan sonra ilk birkaç gün odamızda ve İren’ in yatağında uyuyabilmeme rağmen, uykusuz gecelerim çoğaldıkça TV karşısında daha kolay dalabilirim düşüncesi ile koltukta uyumaya başladım. Psikiyatristle görüşürken koltukta uyuduğumdan, odasını ve eşyalarını toplamadığımdan; çalışma masası, dolabı, yatağı gibi büyük mobilyaları kullanmaya devam etmek istediğimden bahsettim. Kendisi bana neden böyle istediğimi sormadan, odayı bir mabet alanından çıkarmamı, önce ona ait eşyaları kaldırmamı, ardından mobilyaları değişmemi söyledi. Bu ilk ve son görüşmemiz oldu.

Günlerce bana ne demek istediğini düşündüm çünkü ben dediği gibi odayı bir mabet alanına çevirmemiştim. En son bir akşam yemeğinde elimdeki çatalı masaya vura vura, “mobilyaları değiş” cümlesi bu kadar kolay ağzından nasıl çıktı, kederimi dolap raflarına kaldırıp uzaklaştırmam mı gerek diye düşünürken, hiç anlaşılmadığımı hissettim. 

Kitabın “özdeşim” bölümünü okurken, farkında olmadan ne yaptığımı anladım. Aslında ben bilinçdışı, acı ile mücadele edebilmek için "özdeşim" yapıyormuşum. Hadi benim haberim yok, senin bir psikiyatrist olarak nasıl haberin olmaz “özdeşimden”?

Bu süreçte insan sadece anlaşılmak istiyor. Dünyanın en saçma şeyini düşünse bile karşı tarafın onu anladığını hissetmesi kaybına verilen önem aslında. Ben böyle bir talihsizlik yaşadım. Psikiyatristin İren’ e ait olan eşyalar için “at, yerine yenisini al” demesiyle kaybımın onun gözünde ne kadar basit, ne kadar değersiz olduğunu ekledim bir de yüreğimdeki yüke. Evet, belki ilerleyen süreçte somut bir şeylere ihtiyaç duymayacağım ancak kaybın bu denli başında onlara ihtiyacım var demek ki içsel olarak. Üstelik elimde kalan temas edebileceğim son şeyler bunlar. 

O gün kulağından çıkan küpeleri kulağımda, saçından çıkan tokası bileğimde, saati kolumda. Keşke kıyafetleri ve ayakkabıları bana olsa da giyebilsem… Bugün 89. gün ve ben 89 gündür onun en son yattığı yastıkla, en son kullandığı pikeyle uyuyorum. Her gece üzerinden çıkan pijamasına, şortuna ve T-shirtüne sarılıyorum. Bunlar yas tutan kişiye iyi hissettiriyorsa ve yas literatüründe “özdeşim” olarak tanımlanan bu süreç var ise kim patolojik bir durumdan bahsedebilir ki? Kalemlerini, kalem kutusunu, laptop kılıfını, bilgisayarını, kullanabildiğim neyi varsa kullanıyorum. Kime ne? Bunlar, yas tutanı kötü mü yapar deli mi yapar? Ne yapar? Kaybettiğimiz kişi bizim için ne kadar eşsiz ve özelse, kaybın verdiği acıyla başa çıkma yöntemlerimiz ve mücadelemizde öylesine eşsiz ve özel.

16 Ekim 2024 Çarşamba

"Geride Kalan" Olmak...

Sosyal medyada, “Eşini kaybedene dul, anne babasını kaybedene öksüz veya yetim diyorlar. Evladını kaybetmek ise o kadar acı ve dillendirilemeyen bir şey ki, hiçbir lisanda çocuğu ölmüş kimseler için bir sıfat yok.” diyen bir yazı okudum…

Evladını kaybedene ne denir diye düşünmeye başladım… Bana en yakın tanımı bulmaya çalıştım…

“Geride Kalan”, “Arafta Kalan”, “Arada Kalan”

“Geride Kalan”, sadece bedenen bu dünyada, bir şekilde hayatın içinde… Uyuyor, uyanıyor, nefes alıyor, günlük işlerini yapmaya çalışıyor ama ne kadar burada? Özlemi, kalp sızısı, merakı, yokluk hissi ile ne kadar bu dünyada? (kocaman bir soru işareti). Aklı, yüreği hep diğer tarafta, toprağa bıraktığında…

Bu her an tutuşmaya devam eden bir alev… Hiç sönmeyecek bir yangın… Azalmıyor ancak yanmaya alışıyorsun… Hatta, alışmaya çalışıyorsun… Yanmaya alışmaya çalışmak…

“Geride Kalan” için o kadar çok zorluk var ki… Tüm bu zorluklara iyi geleceği düşünülen cümleler ve eylemler de var… Ancak, her ne kadar o sihirli cümlelere inanarak tutunmak istenilse de, bu dünyadaki süreni doldururken oyalanmak için bir takım işler yapılsa da, hepsinin bir “avunma” olduğunu bilmek insanın kendi kendini kandırması değil mi?

Ortada tek bir gerçek var… Canından canın bu dünyada olmaması…

“Geride Kalan” olarak, yaşamın anlamını yitirdiğini, artık hiç bir şeyin eskisi gibi olmayacağını bilerek yaşamak... Bu dünya onsuz tüm neşesini yitirmişken, tek başına, birlikte kurduğunuz hayallerin, planların, yarım kalmışlıkların hikayesini tamamlayacak olmanın verdiği hüzün ve eksiklik… Çaresizlik… Bilinmezlik… 

Kocaman bir boşluk… Yerini kimsenin, hiçbir şeyin dolduramayacağı…

“Geride Kalan” ın, vücudunun her hücresine işlemiş, kimsenin iyileştiremeyeceği görünmeyen bir yarası var…

“Geride Kalmak”, “Arafta Kalmak”, “Arada Kalmak” anlatılamayacak bir zorluk…

Dünyaya doğuşumuz ile aslında ölümü de kabullenmiş varlıklar olduğumuz bir gerçek... Bu gerçek ile imkansız olduğunu bile bile hayatınızın hiçbir noktasında “Geride Kalan” olmamanızı diliyorum…

8 Ekim 2024 Salı

Seni Özlemek...

özlemek: bir kimseyi, bir yeri veya bir şeyi görmeyi, ona kavuşmayı istemek, göreceği gelmek…

Göreceğim geldi… Nasıl göreceğim peki?

Keşke sözlük yazarları “özlemek” fiilini tanımlarken nasıl göreceğimizi, nasıl kavuşacağımızı da belirtseymiş…

Özlemek bu tanımdan mı ibaret? Öyleyse eğer ben özlemiyorum demektir… Ben “eksik kalıyorum” bu özlem ile…

Onu hatırlatan herhangi bir şey olmasına gerek kalmadan yüreğine bir alev topu düşmesi özlemek… Durup dururken yani… Yoklama girerken, asansörden inerken, araba kullanırken, sitede yürürken… Sonra kendi kendine, bazen de sesli sesli, hatta bazen de onun seni özlediğini söylediği ses tonlamasını taklit ederek “Seni çok özledim,” diyen içsel bir haykırış… Yakarış belki de… Bazen “Bu nedir ya?” diye isyan ettiren anormal bir duygu bu özlemek…

Ama seni özlemek…

Üzerimden çıkardığım pijamayı eve döndüğümde koyduğum yerde bulamazdım ya… Bir bakardım senin yatağında… Tatlı tatlı “Kokunu özledim, yanıma aldım,” derdin… Bütün kıyafetlerin dolabında duruyor… Üzerinden çıkarıp verdikleri t-shirt ve şortta yatağımda… Ama seni özlediğimde koku yok… Uçup gitmiş hepsinden… Sen kokmuyor artık hiçbir şey…

Yazın ben okuldayken arardın ya beni… “Seni çok özledim, bir sesini duyayım istedim,” diye… Seni özlediğimde ses yok…

"Dur bir de görüntülü arayayım,"... Seni özlediğimde görüntü yok...

Salonda TV izlerken, mutfağa gitmek için hangimiz ayağa kalkarsak diğerine mutlaka bir temasta bulunurdu ya… Seni özlediğimde temas yok…

Durup dururken ya da “İren’ ciğim gel bi sarılayım, özledim,” dediğimde sarılırdık ya… “Ben seni yanımdayken de özlerim,” derdin…  Şimdi seni özlediğimde sarılmakta yok…

Hani sen odanda ben salonda zaman geçirirken birden gelirdin ya özledim diye… Ben, seni özleyip odana geldiğimde kimse yok…

“Seni özledim öyle amansız, öyle zamansız; seni özledim yüreğim sızlarcasına, gözlerim ağlarcasına. Gerçekten sevince insan, yanındayken de özlüyorsun zaten. Evet, sevdiğin insan yanındayken bile özlersin. Ama giderse, o özlemek değil, eksik kalmaktır. Bir gün sen gidersen, özlemem. Eksik kalırım.”

Hikmet Anıl Öztekin

Eksik kaldım…

Seni özlemek; şairin dediği gibi; “İki kalbi tek kalbe bağlamak, bir nefeste iki kişiyi yaşatmaktır.” 

Sen, bu dünyadayken, “Gaye’ yle İren tek vücutta yaşayan iki insandı,” dedirten sevgimize yakışanı da bu değil mi?

Ben seni çok özlemek isterim zaten… Azı bize yakışır mı?

Bazı sihirli cümleler var İren’ ciğim… İlhan Hoca’ nın dediği gibi… Seni özlemeyi de seveceğim… Sana dair ne varsa sevdiğim gibi… Söz!

6 Ekim 2024 Pazar

YAS GÜNLÜKLERİ -2- Yasın Çeşitleri

Geçtiğimiz günlerde bir arkadaşım; neler yazacağımı merakla beklediğini, sanki arkası yarın gibi, ne zaman yazacak, yazsa da okusak hissiyatı oluşturduğumu söyledi. Bunun üzerine, genel olarak basmakalıp bilgilerle hareket edildiğini düşündüğüm ve şu an beni en çok meşgul eden “yas” üzerine bir seri oluşturmaya karar verdim.

(Böyle bir düşünce oluşmadan, serinin ilk yazısı olacağını bilmeden, yas üzerine kaleme aldığım satırları okumayanlar için linkini aşağıda paylaşıyorum.) 

https://irenlehayat.blogspot.com/2024/09/yasn-iki-ay.html

YAS GÜNLÜKLERİ başlıyor…

İlk yazımda; yasın tanımı, bana göre yasın ne olduğu, yasın aşamaları ve bu aşamalarda neler yaşadığımdan bahsetmiştim. İkinci yazının konusu ise yasın çeşitleri… Yas; tipik yas, patolojik yas ve travmatik yas olmak üzere üç çeşide ayrılıyor. Aslında, hangi çeşidi yaşayacağımız kimi kaybettiğimiz, nasıl kaybettiğimiz, kaybımızın yaşı, kaybımızla kurduğumuz ilişkilerimiz ve kişilik durumumuza göre şekilleniyor. Ben, kendimce travmatik yas yaşadığımı düşünsem de, bunun içinde diğer yas çeşitlerinden parçalar olduğunu görüyorum. Mesela, tipik yasa dahil olan kişinin günlük yaşama dönebilmesi… Bunun gerçekleşmesi başlarda pek mümkün görünmemişti ancak okuldaki arkadaşlarımın desteği ile zihnimin yetişemediği bir hızla günlük yaşama döndüm, tabii içimde kocaman bir boşlukla, eksiklerle, eskisi gibi olmayan rutinlerle… Önceleri, kendimi herkesin her dediğini yapan bir robot gibi hissetmeme rağmen yavaş yavaş kendi rutinlerimi oluşturmaya başladım… Bu geçiş sürecinde yeni bir ben tanımaya başladım… Gündüzleri işine devam eden; akşamları ise çöken karanlık ile gündüzden farklı olarak göz yaşlarına boğulan, boş gözlerle boş duvarlara bakan, malum gerçekle her sabah uyanarak tekrar tekrar karşılaşmamak için uyumak istemeyen bir ben… Günün iki farklı kuşağında iki farklı role büründüğümü düşünerek bu çelişkili durumu tanımaya ve anlamaya çalıştım haftalarca…  

Sevdiğimiz birinin kaybı ile sadece o kişiyi değil, gelecekle ilgili hayallerimizi, kimliğimizi, hayatın içinde onunla kurduğumuz ilişkiyi dolayısıyla bu ilişkide ki rolümüzü, hepsini kaybediyoruz. Bu yüzden aslında yas sadece gidenin arkasından tutulmuyor. Bu dünyada nefes almaya devam edenler değişen ve bilinmez hayatlarının yasını da tutuyor. Bence, hayat tüm anlamını yitirdi… Patolojik yas belirtilerinden olan yaşamı anlamsız bulma, geleceğe dair amaç ve umutlarının olmaması, kayba bir an önce kavuşma isteği sık sık dile getirdiğim düşünceler içinde yer alıyor.

Yas, ayrıca özgürlükte veriyor insana… Bu dünyanın sıkışmışlığı içinde büyük lüks… Korkular, içsel ve ekonomik kaygılar, sağlık sorunları… Bunların hepsi önemini öyle bir hızla yitiriyor ki insan kendini hafiflemiş hissediyor. Bu duygu evlat kaybına has olabilir… Çünkü anne-baba-kardeş-eş kaybında geride kalan bir aile, bir çocuk var ise insan ister istemez onların düzeni için ayakta kalma, eski sorumluluklarını üstlenme durumuna gelecektir… Benim kaybımda böyle bir şey söz konusu değil. Tabir-i caizse dünya yansa, kıyamet kopsa umrumda olmaz...

Gelelim travmatik yasa… Bireyin fiziksel ya da duygusal bir olay karşısında yaşadığı derin sarsıntı ve zorlanma durumuna; beden ve ruhun bütünlüğünü tehdit eden ya da bozan olaylara travma denilmekte. Bence travma içsel bir deprem… İnsanı sarsan, yerle bir eden… Enkazın altından çıkabilmek için, yok olan hayatını yeniden inşa edebilmek için insanın kendi enkazını kaldırması travma… Evet, ben her şeyim dediğim evladımı kaybettim… Bu depremden geriye kalan enkazımı kaldırmaya çalışıyorum… Dünyanın adaletsizliğinin ailemize denk gelmiş olması, yaşananlara engel olamamak, çaresizlik ve güçsüzlük ile hissizleşme, umursamazlık gibi yeni duygular tanıyorum…

Yas, kişiye özel, ne zaman sonlanacağı, hatta sonlanıp sonlanmayacağı belli olmayan bir süreç… Bu süreç benim için nasıl geçecek bilmiyorum… Bildiğim tek bir şey var… Bir daha hiç kimseyi İren’ i sevdiğim gibi sevemeyeceğim, sevmeyeceğim… Eğer bir gün tekrar dünyaya gelirsem hiç kimseyi böyle sevmek istemediğimi çok iyi biliyorum. (Bu cümlelerim İren’ den bağımsız. Eğer bir yerlerde tekrar İren’ in varlığı ile karşılaşırsam onu yine böyle çok çok sevmek isterim.) Çünkü sevgi, bağ ne kadar çoksa acı ve özlemde aynı ölçüde kavuruyor…

Ben en çok seni, sadece seni, hep seni seveyim isterim BALIM…