Damgalama; bir kimseye, gerçeğe dayanmadan herhangi bir özellik
veya nitelik yüklemek anlamında kullanılan, ayrıca; kişinin toplumda
aşağılanmasına, itibar kaybetmesine ve değersizleştirilmesine neden olan “acımasız”
ve bence “kolaycı” bir tutumdur.
Damgalama; genellikle kültür, cinsiyet, ırk,
sosyoekonomik sınıf, cinsel yönelim, beden imajı, engellilik veya zeka sağlığıyla
ilgilidir. Birde, literatürde yer verilmeyen, kayıp yaşamış yaslı bireylerin
damgalanması vardır ki bununla en sık evlat kaybı yaşamış anneler karşılaşır.
Misal, babaannemi kaybettikten sonra babama sinirli
olduğu için kimsenin “Annesini kaybetti ya ondan bu öfkesi” dediğini duymadım. Ya da dedemi kaybettikten sonra anneme “Babasını kaybetti ya ondan bu hali” dediğine
şahit olmadım kimsenin. Ama mevzu bahis, cennetin bile ayaklarının altında
olduğu söylenen, kutsallığının her defa altının çizildiği anneliğe
geldiğinde, evladını kaybetmiş bir anne olarak, neler neler duydu bu kulaklar!?
Sizin, evladının yasını tutan annelerle derdiniz ne?
Yaslı annelerin; hayatı devam ettirme çabaları, işlerini, aile hayatlarını,
geride kalan olarak hem geçmişe hem içinde bulunduğu ana hem de geleceğe dair sorumluluklarını
devam ettirebilmeleri, yaşadıkları tahammül edilemez acıya rağmen birbirleriyle
sessizce (ama anlaşılan rahatsız edici bir gürültüyle) dayanışmaları, bu acıdan
bir anlam oluşturmaya çalışmaları, dayanıklı olmaları mı rahatsız ediyor sizi? Yoksa,
bunların tam tersinin olmaması mı rahatsızlık veriyor?
Şimdi, ben 43 yaşında bir kadınım. İren’ in annesiyim. Çocukluk
hayalim olan öğretmenliği 20 yıldır gururla yapıyorum. Bu meslekten
kazandığımla, çocuğuma, üstelik tek başına, hiçbir şeyini eksik etmeden, 12 yıl
boyunca baktım. Gerçekçi biriyimdir. Yeniliklere çok açık değilimdir. Bu yüzden
hayatıma yeni tanıdığım kişileri hemen alamam, temkinli yaklaşırım. Birine
güven duyarsam kalbimi sonuna kadar açarım. Değer verdiğim birine güvenim
sarsılsa bile, defalarca şans veririm. Sabırlıyımdır, ancak sabrımın taştığı
noktada öfkem ağır basar ve bir kalemde silerim karşımdakini, hatta kin tutmaya
başlarım. Mütevaziyimdir, kendimi övmeyi beceremem. Haksızlığa gelemem. Sinemaya, baleye, operaya, konserlere gitmeyi çok severim. Kitap okumaya
bayılırım. İnsan psikolojisiyle ilgili yeni şeyler öğrenmeyi, araştırmalar
yapmayı severim. Online mağazalarda sepete her gün bir şeyler atmazsam
uyuyamam, satın alıp almadığımın önemi yoktur. Yakın arkadaşlarımla, elimde bir
kahve fincanı ile saatlerce sohbet etmeyi, dertlerine çözümler bulmayı, bazen
saçma sapan şeylere dakikalarca gülmeyi çok severim. Güzel hazırlanmış
sofralarda edilen uzun sohbetlerden keyif alırım. Bazı küçük zararlı
alışkanlıklarım vardır (çok çikolata yemek gibi). Ev işi yapmayı, özellikle
yemek yapmayı hiç sevmem. Telefonda konuşmaktansa mesaj yazmayı tercih ederim. Galatasaray’
lıyım. Öğretmen olmasaydım medya sektöründe çalışmak isterdim ki 12 yaşından beri
Türkiye’nin en büyük özel kanallarından ikisinde ve TRT’ de çeşitli görevlerde
yer aldım. İş disiplinimin ve ahlakımın küçük yaştan itibaren çalışma hayatının
içinde olmamdan geldiğini düşünürüm. Ayrıca bir evlat, kardeş, halayım. Annelik
zaten ebedi…
Gördünüz mü çalakalem hem iyi hem kötü yönlerimi nasıl yazdım
kendimle ilgili?
Yukarıda, benimle ilgili bir rafa dizilmiş onlarca
nitelik var, renk var. Sadece bir şey yok. Ne mi? Bu kadar özellik içinde, “evladını kaybetmiş anne” olma niteliği
yazmıyor. Çünkü, biz yaslı anneler için, evlat kaybı, rafa konulan ayrı bir şey
değil; tüm benliğimizle bu acı gerçeği kabul ederek yanımızda taşıdığımız, yeniden
inşa etmeye çalıştığımız hayatımıza sonsuz sevgi ve özlemi katarak harmanladığımız
bir bütünleşme hali. Yani, evlat kaybı yaşamış olmamız bizim için ayrı bir
nitelik değil. Bunca renk içinden, sizin baktığınız
yerden raftaki en belirgin olan “kara kutu” yu seçmeniz, aslında, bizi değil sizi ortaya koyan bir
seçim.
Peki, sizin gördüğünüz, “kara kutu” dan yani evlat kaybından sonra, yaslı anneler rafa neler koyuyor ona da bakalım mı beraber?
Benim rafıma, hepimizde olduğu gibi, özlem eklendi. “Seni
özlemeyi de seveceğim, sana dair ne varsa sevdiğim gibi” diyerek koydum
cebime özlemimi. “Ben seni çok özlemek isterim zaten, azı bize yakışır mı?” dedim
tüm gerçekçiliğimle. Yası öğrendim, öğrenmeye devam ediyorum. Bu acıdan bir
anlam oluşturmak istedim. Hayırsever bir insan olmaya başladım, sadece ekonomik
gücümün yettiği maddi kaynaklarla değil, sokağa atılmış bir çöpü alarak, yolda
ağlayan birinin yanına gidip sarılarak, başı sıkışan birine “Senin için ne
yapabilirim?” diyerek… Hepsi yaslı annelerden oluşan yeni dostlar ekledim
rafıma. Konuşulmayan yası konuşulur hale getirmeye çabalıyoruz “Işıkta Buluşan
Anneler” grubu ile. Onları ve evlatlarını uzaktan tanıyarak çok sevdim. Her
gece dua eder oldum hepsi için. Atölyeler, eğitimler, ikinci bir üniversite
derken eski benden daha çok kendimi geliştirmeye başladım, belki, incitmeden birine faydam dokunur umuduyla… Hayatı sorgulamaya, bu dünyaya geliş sebebimizi anlamaya, bu yaşananlardan nasıl bir öğreti çıkarmam gerektiğine odaklandım. Anneliğin hiç bitmeyecek bir yolculuk olduğunu, evladının yokluğunda bile anneliğin nasıl devam ettirilebildiğini keşfettim. Evladını, yeniden kalbinde büyütmeyi, yokluğuyla da bağ kurulabileceğini öğrendim. Acıdan
ölünmeyeceğine, acının insanoğlunu nasıl güçlendirdiğine şahit oldum. Kolay mı
oldu? Asla! Kendimi, yanımda en sevdiğim, hayatımın anlamı dediğim İren' im olmadan, yeniden keşfedip inşa
ederken aldığım terapiler, katıldığım atölyeler, dostlarımın sonsuz desteği ve akıl yürüterek ayağa kaldırabildim. Düşmüyor
muyum peki? Elbette. Ama her tökezlediğimde, geriye dönüp bakıyorum ve bir
önceki düştüğüm yeri görüyorum. Oradan kalkıp devam ettiğine göre şimdi buradan
da kalkar devam edersin diyorum kendi kendime. Yani rafıma umut, güç,
dayanıklılık, merhamet, vicdan, evladının yokluğuyla kurulan bağ eklendi ve hayatımdaki en büyük eksiklikle bunları yapabildiğim için kendimle duyduğum gururu da ekledim renklerimin arasına.
Şimdi, hangisi daha kolay siz söyleyin. Yas tutan annelerin, evladını
kaybettikten sonra bile rafına yeni renkler ekleme çabası mı yoksa girişte
bahsettiğim “kolaycı” bir tutum olan damgalama mı?
Neden bunca renk içinde, en koyu renk olanı görüyorsunuz? Daha mı kolay seçiliyor “kara kutu”, diğer renklerimizi keşfetmek dururken?
Dün bir sosyal medya paylaşımında okudum: “Kimsenin
hikayesi bir başkasının terazisinde ölçülemez!”
Biz, yas tutan annelerin terazisi sizin dert diye gördüklerinizi taşır da, sizin
terazi bizim yaşadıklarımızı taşır mı?
Bunun cevabını bulunca, boğazınızın da neden dokuz boğum olduğunu anlayacaksınız umarım!
Son söz!
Bizler, hiç bitmeyecek bu yas sürecinde, kendi yolumuzda kendi doğrumuzu aramaktan, bize "iyi gelen" şeylerden, yaslı annelere nasıl davranılması gerektiğini anlatmaktan vazgeçmeyeceğiz. Sizler yaslı anneleri damgalamaktan vazgeçip, sessizce yanlarında olmayı ve raflarına ekledikleri yeni renkleri keşfetmeyi öğrenmelisiniz.