10 Haziran 2025 Salı

Bayram Gelmiş…

Bayram gelmiş…

Çocuklar erkenden uyanıp bayramlıklarını giymiş. Çeşit çeşit yiyeceklerle dolu bayram kahvaltısından önce, misafirler için alınan şekerlerden, çikolatalardan gizlice atmışlar ağızlarına. Bayrama özel hazırlanan kahvaltının ardından, büyüklerin elleri öpülmüş, alınan harçlıklar heyecanla ceplere konulmuş. Biriken harçlıklar ile neler yapılabileceği, neler alınabileceği defalarca sorulmuş. Komşular, akrabalar ziyaret edilmiş sırayla. Her ziyaretten mideler dolu çıkılmış. Sonra, aile büyüklerinin kabirleri ziyaret edilmiş, dualar edilmiş, mezarın üstünde solan çiçekler toplanmış, toprağı sulanmış. Akşam ailece televizyondaki bayram programları izlenmiş. Günün sonunda, bayramın tatlı yorgunluğu ile yataklara gidilmiş. Bayramın ikinci günü yapılacaklar çoktan planlanmış. Karşılıklı “iyi geceler” öpücükleri verilmiş. Masalda burada bitmiş. 

Gökten üç elma düşmüş. Biri toprağın altında yatanların baş ucuna, biri geride kalanların başına, biri özlemle kavrulan yaslı kalplere…

Bu bayram, yas tutan annelerin yaşadıklarının yanı sıra, iki ayrı cenaze gördüm. Geride, gözü yaşlı anneler babalar, hayatının baharında eksik kalan evlatlar, dedelerini hiç tanıyamayacak torunlar ve onları toplamak için, yasını yaşayamadan, ister istemez bir mücadeleye girecek olan eşler kaldı. 

Bayram gelmiş... 

Kimileri ailece örf ve adetlerini yerine getirirken, kimileri ailece şehirden uzaklaşırken...  

Bayram gelmiş…

Kimileri sevdiğine şifa bulabilmek için hastane kapısında beklerken, kimileri sevdiğini bu dünyadan yolcu ederken…

Bayram gelmiş…

Aynı bayram mı bu gelen? 


5 Haziran 2025 Perşembe

İren' in Doğum Hikayesi 💞

Hayata her geliş, anlatılacak yeni bir hikaye… Benim İREN’ e kavuşmam uzun olduğu kadar sabır da gerektiren bir süreçti… 3 yıl bekledim onu. Her defasından aldığım sonuçta “negatif” ibaresini görmekten o kadar usanmıştım ki, aşılamadan 12 gün sonra tahlil yaptırmam gerekirken, ne de olsa negatiftir diyerek doktora gitmedim bile. Bulantılarım başlamıştı ama ben yediklerimin dokunduğuna bağlıyordum bunu, canım sürekli ayran içmek istiyordu (ayranı çok seveceği o günlerden belliymiş), tansiyonum düşmüştür diyordum. Sonunda annemin zoruyla kan tahlili yaptırdım. Sonucu almaya gittiğimizde arabadan bile inmedim. Öyle umutsuzdum. Alınan zarf havaya fırlatılarak önüme düştüğünde ANNE olacağımı anladım. O an umutsuzluğun mucizeye dönüştüğü andı benim için. Arabanın içinde bir yandan hüngür hüngür ağlıyor, bir yandan da annemi arayıp müjdeyi veriyordum. İşte annelik bebeğinin varlığını öğrendiğin o anda başlıyor! O gece sadece ne yöne yatacağımı, ters bir hareket yaparsam bebeğime bir şey olup olmayacağını düşündüm…

İlk doktor randevusunda, kalp atışını duydum. Her kontrol ayrı bir heyecandı benim için; ne kadar büyüdü, kaç gram oldu, kalp atışını tekrar duyacak mıyım diye düşünürken cinsiyetini hiç düşünmedim çünkü ben KIZIM olacağını biliyordum. Bir gün kendimi NST’ ye bağlanmış buldum. 9 aydır karnımda büyüyen bebeğimle ilk karşılaşma anı yaklaşmıştı.

Hamileliğim süresince istediğim iki şey vardı: Normal doğum yapmak ve dünyaya geldiği an kızımı görebilmek…

İREN, beklediğimizden 4 gün önce doğdu. İri bir bebek olduğu için doktorum 23 Mayıs 2012 Çarşamba gününe planladı doğumu. Normal doğum konusunda doktorum da beni desteklediği için suni sancıyla başladık güne, ama benim annesinden ayrılmak istemeyen meleğim yerinden kımıldamadığından yaklaşık 10 saat sonunda sezaryene karar verdik.

Normal doğum şansım kalmamıştı, ama ben kızımın doğduğu anı görme konusunda kararlıydım. Bu yüzden, doktorumun da tavsiyesiyle epidural sezaryene karar verdik. Anestezi doktoru dört deneme sonunda uyuşturabildi beni. Öyle bir duygu ki bu, uyuşmadığını bilerek, sadece doğduğu anı görüp ilk teması hissetmek için “Uyuşmadan sezaryen yapalım o zaman” dediğimi ve ameliyat ekibinin bana bakışlarını unutmam asla.

Ve doğum başladı. O ana dair hafızamda kalanlar bölük pörçük… Birden, sesini duydum. Benden ayrı bir yerde bakımı yapılırken hiç durmadan ağladı İREN, kollarıma gelene kadar. O an ikimizde sustuk.

Odaya alındığımda bir daha ayrılmamak üzere kavuştum kızıma. İlk kez kucakladım onu, emzirdim, kokladım, inceledim, bakmaya doyamadım. 9 ay boyunca karnından, aynı kandan, aynı nefesten olan, bir saat önce içinde taşıdığın bebeğin artık kollarında. Daha önce görmediğin, sesini duymadığın, kokusunu bilmediğin 50 cm.’ lik küçücük bir şeye hayransın. Ondan daha güzeli yok artık dünyada, ondan daha önemlisi yok, ondan bir başka daha yok, EŞSİZ! O, SENSİN… O, HAYATIN… O, SENİN!

Bugün İREN’ in doğum günü. 13 yaşına kollarımda değil, cennette giriyor.

Bugün, onu kaybedişimle ilgili hiçbir şey yazmak istemiyorum. Bugün, İREN’ imi yeniden doğuruyorum içimde, kalbimde, aklımda, kanımda, canımda, ruhumda…

O dehşet veren günü hiç düşünmek istemiyorum. İREN hiç gitmemişçesine o günü hafızamdan silerek yaşamak istiyorum bugünü.

Yanımda olmadan bunu yapabilmek tahmin edemeyeceğiniz kadar zor, ama ben bugün sadece doğduğu günü hatırlamak ve zamanı orda durdurmak istiyorum.

İyi ki doğdun BALIM, iyi ki benim İREN’ im oldun… İyi ki senin ANNE' n oldum…


3 Haziran 2025 Salı

Yas Tutan Annelerin Eleği

“Yas Tutan Annelerin Rafı” ndan sonra sıra “Yas Tutan Annelerin Eleği” nde…

Elemek; elek yardımıyla incesini kabasından yani iyisini kötüsünden ayırmak, ayıklamak anlamında kullanılan bir sözcük. 

Sevdiği birini kaybettikten sonra yas tutan herkesin elinde bu elekten var aslında, ama ben annelerin eleğine odaklanmak istiyorum. 

Benim eleğim insanları başarılı bir şekilde eledi. Kimin iyi gün dostu, kimin kötü gün dostu olduğunu anlamak zor olmadı. Hayatımdan çıkarttığım hiç kimseye şaşırmadım, yeni eklediklerime şaşırdığım kadar. 

“Ne diyeceğimi bilmediğim için arayamıyorum…” Ne kadar basit bir bahane… Bunca yıl, her gün dakikalarca konuşurken, ne diyeceğini çok iyi bilirken, birden tükenmiş demek ki yaslı annelere söylenecek sözcükler… “Sesini duymak istedim.” kolayca akla gelen bir cümle oysa ki… Peki, sizler içinde zor bir durum olabilir… Bir mesaj atmak, sadece “Aklımdasın, seni merak ediyorum.” yazmakta mı zor? Bu acı ile yüzleşmekten kaçmak belki de aramamak, yazmamak… Ama kaçtığınız bu acı gerçeğe bizler her sabah yeniden uyanıyoruz… Zor günümüzde yanımızda olmamak mı dostluk yoksa bencilliği kenara bırakıp, “Ben ne düşünüyorum böyle, yaşamadan beni korkutan bu şeyin içinde benim arkadaşım her gün.” diyerek cesurca bir adım atmak mı? 

Hiç merak etmeyin! Yanımızda olanların karşısında sabahtan akşama kadar ağlamıyoruz, bir masada oturup sohbet ederken saatlerce kaybettiğimiz evlatlarımızı anlatmıyoruz, yanımızda olanları da üzmemek için inanın çok hassas davranıyoruz. Günlük akış devam ediyor yani, eğer konu açılırsa genelde yüzümüzde bir tebessümle bahsediyoruz evlatlarımızdan ve onları ne kadar özlediğimizi söyleyerek bitiriyoruz cümlemizi. Koca bir gün içinde, bizim yaşadıklarımıza ve kaybettiğimiz canlarımıza maruz kalma süreniz beş dakikayı geçmiyor, emin olabilirsiniz. Aşağı yukarı, “iyi gün dostları” nın elekten geçerek hayatımızdan çıkması ile aynı süre…

“Kötü gün dostları” nın hakkını teslim edelim o halde. Neler yapıyorlar bir bakalım…

“Nasıl geçti günün?”, “Ne yapıyorsun?” diye soruyor mesela. “Müsaitsen bir kahve içelim mi?”, “Hadi bana gel.” diye yazıyor. Bir etkinliğe davet ediyor, “Beraber gidebiliriz diye düşündüm.” diyerek. Sana iyi geleceğini düşündüğü bir kitap alıyor, kaybettiğin sevdiğinle ilgili anılarını paylaşıyor, onunla ilgili anlamlı hediyeler getiriyor (melek kanatlı bir yaka iğnesi, adının yazılı olduğu bir toka, üzerinde fotoğraflarınızın olduğu bir bileklik, bir gece lambası veya çalışma masana koyacağın bir takvim, tuttuğu takımın forması…). Aylık düzenli buluşmalar planlıyor seninle, nerde olmak istersen seçimi sana bırakarak.

Özel günlerin daha zor geçeceğini tahmin ederek o günlerde daha çok hissettiriyor yanında olduğunu, daha sık arıyor, yazıyor veya yanına geliyor. O daha zor olan günlerde, masanda küçük bir çikolatanın yanına içtenlikle yazılmış bir not buluyorsun. Ya da telefonuna güç veren bir mesaj düşüyor. Kaybettiğin sevdiğini “ölümsüz kılma” çabanı görüyor ve buna destek olmak için bağış yapıyor mesela. Yanından geçerken sarılmak istiyor sana, kendi gözyaşlarını da ortak ediyor seninkilere. “Kabristana beraber gidelim.” diyor.

Kendini yeniden inşa etmek için aradığın yolları keşfetmeni destekliyor. Çünkü neyin içinde olduğunu cesurca empati yaparak görebiliyor ve seni acınla, hayattaki en büyük eksikliğinle, ruhunda açılan çatlaklarla kabul edip kucaklıyor.

Ne rahatsız edici bir ısrar var bu yaklaşımlarda, ne de sana kendini kötü hissettirecek bir tutum, bir bakış. Sadece, şefkatle seni ve yaranı, acını sarma çabası. Çare olabilmek için çabaladığını göstermeyen, bencillikten arınmış bir merhem. 

Bunları yapabilmek ne çok zor, ne de kolay. Hepsi bir seçim. “İyi gün dostu” olmak ile “kötü gün dostu” olmak arasında yapılan bir seçim: elekten elenmek ya da elenmemek… 

Biz, yas tutan anneler, unumuzu çoktan eledik, eleğimizi çoktan astık… 

Hayatta, herkesin, hepimizin, maalesef bir çocuğun bile, ölüme eşit mesafede olduğunu yaşayarak öğrendik. Bundan sonrası hikaye… Bu hikayeye ortak olup olmayacağınız ise sizin seçiminiz.   

1 Haziran 2025 Pazar

Yas Tutan Annelerin Rafı

Damgalama; bir kimseye, gerçeğe dayanmadan herhangi bir özellik veya nitelik yüklemek anlamında kullanılan, ayrıca; kişinin toplumda aşağılanmasına, itibar kaybetmesine ve değersizleştirilmesine neden olan “acımasız” ve bence “kolaycı” bir tutumdur.

Damgalama; genellikle kültür, cinsiyet, ırk, sosyoekonomik sınıf, cinsel yönelim, beden imajı, engellilik veya zeka sağlığıyla ilgilidir. Birde, literatürde yer verilmeyen, kayıp yaşamış yaslı bireylerin damgalanması vardır ki bununla en sık evlat kaybı yaşamış anneler karşılaşır.

Misal, babaannemi kaybettikten sonra babama sinirli olduğu için kimsenin “Annesini kaybetti ya ondan bu öfkesi” dediğini duymadım. Ya da dedemi kaybettikten sonra anneme “Babasını kaybetti ya ondan bu hali” dediğine şahit olmadım kimsenin. Ama mevzu bahis, cennetin bile ayaklarının altında olduğu söylenen, kutsallığının her defa altının çizildiği anneliğe geldiğinde, evladını kaybetmiş bir anne olarak, neler neler duydu bu kulaklar!?

Sizin, evladının yasını tutan annelerle derdiniz ne?

Yaslı annelerin; hayatı devam ettirme çabaları, işlerini, aile hayatlarını, geride kalan olarak hem geçmişe hem içinde bulunduğu ana hem de geleceğe dair sorumluluklarını devam ettirebilmeleri, yaşadıkları tahammül edilemez acıya rağmen birbirleriyle sessizce (ama anlaşılan rahatsız edici bir gürültüyle) dayanışmaları, bu acıdan bir anlam oluşturmaya çalışmaları, dayanıklı olmaları mı rahatsız ediyor sizi? Yoksa, bunların tam tersinin olmaması mı rahatsızlık veriyor?

Şimdi, ben 43 yaşında bir kadınım. İren’ in annesiyim. Çocukluk hayalim olan öğretmenliği 20 yıldır gururla yapıyorum. Bu meslekten kazandığımla, çocuğuma, üstelik tek başına, hiçbir şeyini eksik etmeden, 12 yıl boyunca baktım. Gerçekçi biriyimdir. Yeniliklere çok açık değilimdir. Bu yüzden hayatıma yeni tanıdığım kişileri hemen alamam, temkinli yaklaşırım. Birine güven duyarsam kalbimi sonuna kadar açarım. Değer verdiğim birine güvenim sarsılsa bile, defalarca şans veririm. Sabırlıyımdır, ancak sabrımın taştığı noktada öfkem ağır basar ve bir kalemde silerim karşımdakini, hatta kin tutmaya başlarım. Mütevaziyimdir, kendimi övmeyi beceremem. Haksızlığa gelemem. Sinemaya, baleye, operaya, konserlere gitmeyi çok severim. Kitap okumaya bayılırım. İnsan psikolojisiyle ilgili yeni şeyler öğrenmeyi, araştırmalar yapmayı severim. Online mağazalarda sepete her gün bir şeyler atmazsam uyuyamam, satın alıp almadığımın önemi yoktur. Yakın arkadaşlarımla, elimde bir kahve fincanı ile saatlerce sohbet etmeyi, dertlerine çözümler bulmayı, bazen saçma sapan şeylere dakikalarca gülmeyi çok severim. Güzel hazırlanmış sofralarda edilen uzun sohbetlerden keyif alırım. Bazı küçük zararlı alışkanlıklarım vardır (çok çikolata yemek gibi). Ev işi yapmayı, özellikle yemek yapmayı hiç sevmem. Telefonda konuşmaktansa mesaj yazmayı tercih ederim. Galatasaray’ lıyım. Öğretmen olmasaydım medya sektöründe çalışmak isterdim ki 12 yaşından beri Türkiye’nin en büyük özel kanallarından ikisinde ve TRT’ de çeşitli görevlerde yer aldım. İş disiplinimin ve ahlakımın küçük yaştan itibaren çalışma hayatının içinde olmamdan geldiğini düşünürüm. Ayrıca bir evlat, kardeş, halayım. Annelik zaten ebedi…

Gördünüz mü çalakalem hem iyi hem kötü yönlerimi nasıl yazdım kendimle ilgili?

Yukarıda, benimle ilgili bir rafa dizilmiş onlarca nitelik var, renk var. Sadece bir şey yok. Ne mi? Bu kadar özellik içinde, “evladını kaybetmiş anne” olma niteliği yazmıyor. Çünkü, biz yaslı anneler için, evlat kaybı, rafa konulan ayrı bir şey değil; tüm benliğimizle bu acı gerçeği kabul ederek yanımızda taşıdığımız, yeniden inşa etmeye çalıştığımız hayatımıza sonsuz sevgi ve özlemi katarak harmanladığımız bir bütünleşme hali. Yani, evlat kaybı yaşamış olmamız bizim için ayrı bir nitelik değil. Bunca renk içinden, sizin baktığınız yerden raftaki en belirgin olan “kara kutu” yu seçmeniz, aslında, bizi değil sizi ortaya koyan bir seçim.  

Peki, sizin gördüğünüz, “kara kutu” dan yani evlat kaybından sonra, yaslı anneler rafa neler koyuyor ona da bakalım mı beraber?

Benim rafıma, hepimizde olduğu gibi, özlem eklendi. “Seni özlemeyi de seveceğim, sana dair ne varsa sevdiğim gibi” diyerek koydum cebime özlemimi. “Ben seni çok özlemek isterim zaten, azı bize yakışır mı?” dedim tüm gerçekçiliğimle. Yası öğrendim, öğrenmeye devam ediyorum. Bu acıdan bir anlam oluşturmak istedim. Hayırsever bir insan olmaya başladım, sadece ekonomik gücümün yettiği maddi kaynaklarla değil, sokağa atılmış bir çöpü alarak, yolda ağlayan birinin yanına gidip sarılarak, başı sıkışan birine “Senin için ne yapabilirim?” diyerek… Hepsi yaslı annelerden oluşan yeni dostlar ekledim rafıma. Konuşulmayan yası konuşulur hale getirmeye çabalıyoruz “Işıkta Buluşan Anneler” grubu ile. Onları ve evlatlarını uzaktan tanıyarak çok sevdim. Her gece dua eder oldum hepsi için. Atölyeler, eğitimler, ikinci bir üniversite derken eski benden daha çok kendimi geliştirmeye başladım, belki, incitmeden birine faydam dokunur umuduyla… Hayatı sorgulamaya, bu dünyaya geliş sebebimizi anlamaya, bu yaşananlardan nasıl bir öğreti çıkarmam gerektiğine odaklandım. Anneliğin hiç bitmeyecek bir yolculuk olduğunu, evladının yokluğunda bile anneliğin nasıl devam ettirilebildiğini keşfettim. Evladını, yeniden kalbinde büyütmeyi, yokluğuyla da bağ kurulabileceğini öğrendim. Acıdan ölünmeyeceğine, acının insanoğlunu nasıl güçlendirdiğine şahit oldum. Kolay mı oldu? Asla! Kendimi, yanımda en sevdiğim, hayatımın anlamı dediğim İren' im olmadan, yeniden keşfedip inşa ederken aldığım terapiler, katıldığım atölyeler, dostlarımın sonsuz desteği ve akıl yürüterek ayağa kaldırabildim. Düşmüyor muyum peki? Elbette. Ama her tökezlediğimde, geriye dönüp bakıyorum ve bir önceki düştüğüm yeri görüyorum. Oradan kalkıp devam ettiğine göre şimdi buradan da kalkar devam edersin diyorum kendi kendime. Yani rafıma umut, güç, dayanıklılık, merhamet, vicdan, evladının yokluğuyla kurulan bağ eklendi ve hayatımdaki en büyük eksiklikle bunları yapabildiğim için kendimle duyduğum gururu da ekledim renklerimin arasına.

Şimdi, hangisi daha kolay siz söyleyin. Yas tutan annelerin, evladını kaybettikten sonra bile rafına yeni renkler ekleme çabası mı yoksa girişte bahsettiğim “kolaycı” bir tutum olan damgalama mı?  

Neden bunca renk içinde, en koyu renk olanı görüyorsunuz? Daha mı kolay seçiliyor “kara kutu”, diğer renklerimizi keşfetmek dururken?

Dün bir sosyal medya paylaşımında okudum: “Kimsenin hikayesi bir başkasının terazisinde ölçülemez!”

Biz, yas tutan annelerin terazisi sizin dert diye gördüklerinizi taşır da, sizin terazi bizim yaşadıklarımızı taşır mı?

Bunun cevabını bulunca, boğazınızın da neden dokuz boğum olduğunu anlayacaksınız umarım! 

Son söz!

Bizler, hiç bitmeyecek bu yas sürecinde, kendi yolumuzda kendi doğrumuzu aramaktan, bize "iyi gelen" şeylerden, yaslı annelere nasıl davranılması gerektiğini anlatmaktan vazgeçmeyeceğiz. Sizler yaslı anneleri damgalamaktan vazgeçip, sessizce yanlarında olmayı ve raflarına ekledikleri yeni renkleri keşfetmeyi öğrenmelisiniz.