1 Haziran 2025 Pazar

Yas Tutan Annelerin Rafı

Damgalama; bir kimseye, gerçeğe dayanmadan herhangi bir özellik veya nitelik yüklemek anlamında kullanılan, ayrıca; kişinin toplumda aşağılanmasına, itibar kaybetmesine ve değersizleştirilmesine neden olan “acımasız” ve bence “kolaycı” bir tutumdur.

Damgalama; genellikle kültür, cinsiyet, ırk, sosyoekonomik sınıf, cinsel yönelim, beden imajı, engellilik veya zeka sağlığıyla ilgilidir. Birde, literatürde yer verilmeyen, kayıp yaşamış yaslı bireylerin damgalanması vardır ki bununla en sık evlat kaybı yaşamış anneler karşılaşır.

Misal, babaannemi kaybettikten sonra babama sinirli olduğu için kimsenin “Annesini kaybetti ya ondan bu öfkesi” dediğini duymadım. Ya da dedemi kaybettikten sonra anneme “Babasını kaybetti ya ondan bu hali” dediğine şahit olmadım kimsenin. Ama mevzu bahis, cennetin bile ayaklarının altında olduğu söylenen, kutsallığının her defa altının çizildiği anneliğe geldiğinde, evladını kaybetmiş bir anne olarak, neler neler duydu bu kulaklar!?

Sizin, evladının yasını tutan annelerle derdiniz ne?

Yaslı annelerin; hayatı devam ettirme çabaları, işlerini, aile hayatlarını, geride kalan olarak hem geçmişe hem içinde bulunduğu ana hem de geleceğe dair sorumluluklarını devam ettirebilmeleri, yaşadıkları tahammül edilemez acıya rağmen birbirleriyle sessizce (ama anlaşılan rahatsız edici bir gürültüyle) dayanışmaları, bu acıdan bir anlam oluşturmaya çalışmaları, dayanıklı olmaları mı rahatsız ediyor sizi? Yoksa, bunların tam tersinin olmaması mı rahatsızlık veriyor?

Şimdi, ben 43 yaşında bir kadınım. İren’ in annesiyim. Çocukluk hayalim olan öğretmenliği 20 yıldır gururla yapıyorum. Bu meslekten kazandığımla, çocuğuma, üstelik tek başına, hiçbir şeyini eksik etmeden, 12 yıl boyunca baktım. Gerçekçi biriyimdir. Yeniliklere çok açık değilimdir. Bu yüzden hayatıma yeni tanıdığım kişileri hemen alamam, temkinli yaklaşırım. Birine güven duyarsam kalbimi sonuna kadar açarım. Değer verdiğim birine güvenim sarsılsa bile, defalarca şans veririm. Sabırlıyımdır, ancak sabrımın taştığı noktada öfkem ağır basar ve bir kalemde silerim karşımdakini, hatta kin tutmaya başlarım. Mütevaziyimdir, kendimi övmeyi beceremem. Haksızlığa gelemem. Sinemaya, baleye, operaya, konserlere gitmeyi çok severim. Kitap okumaya bayılırım. İnsan psikolojisiyle ilgili yeni şeyler öğrenmeyi, araştırmalar yapmayı severim. Online mağazalarda sepete her gün bir şeyler atmazsam uyuyamam, satın alıp almadığımın önemi yoktur. Yakın arkadaşlarımla, elimde bir kahve fincanı ile saatlerce sohbet etmeyi, dertlerine çözümler bulmayı, bazen saçma sapan şeylere dakikalarca gülmeyi çok severim. Güzel hazırlanmış sofralarda edilen uzun sohbetlerden keyif alırım. Bazı küçük zararlı alışkanlıklarım vardır (çok çikolata yemek gibi). Ev işi yapmayı, özellikle yemek yapmayı hiç sevmem. Telefonda konuşmaktansa mesaj yazmayı tercih ederim. Galatasaray’ lıyım. Öğretmen olmasaydım medya sektöründe çalışmak isterdim ki 12 yaşından beri Türkiye’nin en büyük özel kanallarından ikisinde ve TRT’ de çeşitli görevlerde yer aldım. İş disiplinimin ve ahlakımın küçük yaştan itibaren çalışma hayatının içinde olmamdan geldiğini düşünürüm. Ayrıca bir evlat, kardeş, halayım. Annelik zaten ebedi…

Gördünüz mü çalakalem hem iyi hem kötü yönlerimi nasıl yazdım kendimle ilgili?

Yukarıda, benimle ilgili bir rafa dizilmiş onlarca nitelik var, renk var. Sadece bir şey yok. Ne mi? Bu kadar özellik içinde, “evladını kaybetmiş anne” olma niteliği yazmıyor. Çünkü, biz yaslı anneler için, evlat kaybı, rafa konulan ayrı bir şey değil; tüm benliğimizle bu acı gerçeği kabul ederek yanımızda taşıdığımız, yeniden inşa etmeye çalıştığımız hayatımıza sonsuz sevgi ve özlemi katarak harmanladığımız bir bütünleşme hali. Yani, evlat kaybı yaşamış olmamız bizim için ayrı bir nitelik değil. Bunca renk içinden, sizin baktığınız yerden raftaki en belirgin olan “kara kutu” yu seçmeniz, aslında, bizi değil sizi ortaya koyan bir seçim.  

Peki, sizin gördüğünüz, “kara kutu” dan yani evlat kaybından sonra, yaslı anneler rafa neler koyuyor ona da bakalım mı beraber?

Benim rafıma, hepimizde olduğu gibi, özlem eklendi. “Seni özlemeyi de seveceğim, sana dair ne varsa sevdiğim gibi” diyerek koydum cebime özlemimi. “Ben seni çok özlemek isterim zaten, azı bize yakışır mı?” dedim tüm gerçekçiliğimle. Yası öğrendim, öğrenmeye devam ediyorum. Bu acıdan bir anlam oluşturmak istedim. Hayırsever bir insan olmaya başladım, sadece ekonomik gücümün yettiği maddi kaynaklarla değil, sokağa atılmış bir çöpü alarak, yolda ağlayan birinin yanına gidip sarılarak, başı sıkışan birine “Senin için ne yapabilirim?” diyerek… Hepsi yaslı annelerden oluşan yeni dostlar ekledim rafıma. Konuşulmayan yası konuşulur hale getirmeye çabalıyoruz “Işıkta Buluşan Anneler” grubu ile. Onları ve evlatlarını uzaktan tanıyarak çok sevdim. Her gece dua eder oldum hepsi için. Atölyeler, eğitimler, ikinci bir üniversite derken eski benden daha çok kendimi geliştirmeye başladım, belki, incitmeden birine faydam dokunur umuduyla… Hayatı sorgulamaya, bu dünyaya geliş sebebimizi anlamaya, bu yaşananlardan nasıl bir öğreti çıkarmam gerektiğine odaklandım. Anneliğin hiç bitmeyecek bir yolculuk olduğunu, evladının yokluğunda bile anneliğin nasıl devam ettirilebildiğini keşfettim. Evladını, yeniden kalbinde büyütmeyi, yokluğuyla da bağ kurulabileceğini öğrendim. Acıdan ölünmeyeceğine, acının insanoğlunu nasıl güçlendirdiğine şahit oldum. Kolay mı oldu? Asla! Kendimi, yanımda en sevdiğim, hayatımın anlamı dediğim İren' im olmadan, yeniden keşfedip inşa ederken aldığım terapiler, katıldığım atölyeler, dostlarımın sonsuz desteği ve akıl yürüterek ayağa kaldırabildim. Düşmüyor muyum peki? Elbette. Ama her tökezlediğimde, geriye dönüp bakıyorum ve bir önceki düştüğüm yeri görüyorum. Oradan kalkıp devam ettiğine göre şimdi buradan da kalkar devam edersin diyorum kendi kendime. Yani rafıma umut, güç, dayanıklılık, merhamet, vicdan, evladının yokluğuyla kurulan bağ eklendi ve hayatımdaki en büyük eksiklikle bunları yapabildiğim için kendimle duyduğum gururu da ekledim renklerimin arasına.

Şimdi, hangisi daha kolay siz söyleyin. Yas tutan annelerin, evladını kaybettikten sonra bile rafına yeni renkler ekleme çabası mı yoksa girişte bahsettiğim “kolaycı” bir tutum olan damgalama mı?  

Neden bunca renk içinde, en koyu renk olanı görüyorsunuz? Daha mı kolay seçiliyor “kara kutu”, diğer renklerimizi keşfetmek dururken?

Dün bir sosyal medya paylaşımında okudum: “Kimsenin hikayesi bir başkasının terazisinde ölçülemez!”

Biz, yas tutan annelerin terazisi sizin dert diye gördüklerinizi taşır da, sizin terazi bizim yaşadıklarımızı taşır mı?

Bunun cevabını bulunca, boğazınızın da neden dokuz boğum olduğunu anlayacaksınız umarım! 

Son söz!

Bizler, hiç bitmeyecek bu yas sürecinde, kendi yolumuzda kendi doğrumuzu aramaktan, bize "iyi gelen" şeylerden, yaslı annelere nasıl davranılması gerektiğini anlatmaktan vazgeçmeyeceğiz. Sizler yaslı anneleri damgalamaktan vazgeçip, sessizce yanlarında olmayı ve raflarına ekledikleri yeni renkleri keşfetmeyi öğrenmelisiniz.

1 yorum:

  1. Ne kadar da güzel bir yazı almışsın kaleme Gaye.Yaşayıp da kendi zihnimde bile kelimelere dökmemiş olduğum olayları farkediyorum.Herkesin talep ettiği nezaketi ,eskiden de yaptığım gibi yaptığım da “Onun çocuğu öldü ya ondan”denmesi bizim değil başkalarının kaçış ya da savunma mekanizması.İş hayatında da sosyal hayatımda da bu acıma rağmen sorumluluklarımı tam olarak yerine getiriyorum.Asla acımdan dolayı ek izin veya iltimas beklemiyorum.Biz çocuğunu kaybeden annlere ,hala doktoruz,öğretmeniz,anneyiz.Evet aynı kişiler değiliz belki,umudumuz ,hayallerimiz yok oldu.Ama yaşamaya devam etmeyi seçtik,ve yaşamın gerektiği gibi altından kalkacağız.Güçlü falan değiliz.Ama sorumluluk sahibiyiz.

    YanıtlaSil