Bir kadın ne zaman anne olur? Evladının varlığını öğrendiğinde mi, onu ilk kez kucağına aldığı anda mı? Yoksa; annelik, çocuğunun büyüme yolculuğuna eşlik ederken anneliğini de geliştirerek oluşturduğun bir şey midir?
İren’ in dünyaya geliş ve gidiş yolculuğu, kayıtlara göre, 12 yıl 2 ay 1 gün 2 saat 44 dakika sürdü. (Hastanelerde, reanimasyon işlemi sonlandırıldığında ölüm saati kayıt altına alınıyormuş. Doğarken dünyaya geldiğimiz anı dakikasıyla yazıyorlar ama gözlerimizi kapadığımız anı bilemiyorlar işte. O dakikayı, evladıyla ilgili her şeyi bildiği gibi, en doğru anneler biliyor.)
Ben onun
varlığını öğrendiğim gün “anne” oldum. Yani benim annelik yolculuğum, 12 yıl 11
ay 5 gün 3 saat 24 dakika. Ve bitmedi! Onu, morgda bıraktığım günde bitmedi,
toprağa koyduğum günde… Annelik, evladın bu dünyada olsun olmasın hiç bitmeyecek
bir yolculuk. Anneliğin, “kutsal” olarak tanımlanması da bu yüzden bence.
Çünkü, anneler evlatlarının varlığını öğrendiği andan itibaren, yokluklarını
kabul etmekle baş başa kaldıkları ana kadar, hatta; yokluklarında, onların varlıklarını
sürdürerek, çocuklarını kalplerinde büyütmeye devam ettirdikleri kayıp
sürecinde de ANNEler! Annelik, bitmeyen bir yolculuk…
Benim bu yolculukta sınıfta kaldığım tek bir gün oldu. O malum
gün! O gün içinde birkaç an belki.
Veda edemeden uğurlamak en sevdiğini… Annelik karnesinde
kocaman bir sıfır! Hastane odasına, o anı görmemek için, girememek… Yanına
girmeye cesaret edememek… Öylece kalakalmak… Kocaman bir boşlukta, sanki dünya
durmuşçasına (keşke dursaydı)… Dünyanın dönmeye devam ettiğini fark ettiğin
anda kendini suçlamak… Yanında olmadığının vicdan azabıyla içsel bir
hesaplaşmaya girmek, bu manasızlığa bir cevap aramak… Sonra o cevabı bulmak…
“Annelikten”… Bulduğun bu cevapla yetinmemek… “Her şeyi de anne olmaya bağlama,
korktun işte!” diyerek kendine isyan etmek, öfkelenmek… Anne olduğun için orda
olman gerekirdi ile ana yüreğin bunu nasıl kaldıracaktı arasında gidip gelmek… İnkar
bu deyip kendini rahatlatmak… Doktorların geri döndürme çabasından kaçarak böyle
bir şey olmamış, o son iki nefes gözünün önünde verilmemiş gibi davranmak… Bunun gerçekte olmadığını düşünmek… Bir yanda ilk kez annelik yapamadığını
hissetmek, diğer yanda anne olduğun için bu yüzleşmeden kaçtığını bilmek… Günlerce,
haftalarca, aylarca vedasızlığın içinde kaybolmak… Sonra bir dost
meclisinde ansızın aradığın cevabı bulmak…
Sevdiklerinin ölümüne yakın deneyimler yaşayanlar, onların
dünyaya veda etmeden önce mesajlar verdiklerini söylermiş. İren’ de böyle
yapmış. Planladığımız tatil programını mide bulantısından dolayı
erteleyeceğimizi öğrenince en yakın arkadaşının annesine “Siz annemle
vazgeçmeyin” demiş. Birlikte çıktığımız son tatilden dönünce, “Sayende babama
ısınmaya başladım” diyerek veda etmiş ona da.
Gecelerdir, İren’ in son zamanlarında bana ne mesaj verdiğini
düşünüyorum. Aklıma, hastanede kısa uykulara dalıp gözünü her açtığında “Annecim
seni çok seviyorum” demesinden başka bir şey gelmiyor. Ve bu şahane cümleye nasıl karşılık verdiğimi bulamıyorum. Silinmiş hafızamdan, yok! (Uykusuz geceleri
düşüncelere boğacak yeni bir konu çıktı bana.)
12 yıllık birlikteliğimizde 'keşke' dediğim nadir anlardan
biri oldu son dakikalarında yanında olamamak, elini tutamamak, ona veda edememek.
Bunun için gittiği günden beri suçluyordum kendimi. Ta ki düne kadar.
Bazı bağlar vedaya gerek duymazmış demek ki… Çünkü kopmayacağını
bilirmiş demek ki giden… Geride kalan olarak buna ne kadar ihtiyacın olacağını
hissederek, sadece seni çok sevdiğini hatırlatmak isteyerek gidermiş bazı
gidenler…
O gün sana söylemişimdir elbet annem, seni çok sevdiğimi, ama
senin kadar çok mu söyledim hatırlamıyorum inan. Bende seni çok seviyorum… Seni,
sensiz bile sevebilecek kadar çok seviyorum. Sonsuza dek…