Aldım seni karşıma… O sevimsiz tabutu bile sevimli hale getiren fotoğrafınla baş başa yazıyoruz bu yazıyı… Tam karşımda ol istedim… Gözlerine bakarken, “Gözlerine kurban olurum senin” derken sana burada, sensizlikte buluştuğumuz anneleri ve güzel evlatlarını anlatmak istedim… Ne olur kızma… Kıskanırsın bilirim… Kuzenin Burak Abini yolcu ederken, “Paşam seni çok seviyorum” dediğim gün gözlerimizin seninle buluşma anı geldi aklıma… “Eyvah!” dedim içimden… Gıdını şişire şişire “Sen Burak Abi’ yi benden çok mu seviyorsun?” diye sordun… Ya, ben senden çok kimi sevdim ki bu dünyada deli çocuk! Birde, akşam sofra sohbetlerimizden birinde öğrencilerimi anlatırken “Benim çocuklar” demiştim. Diktin o koca gözlerini, “Senin çocuğun benim, onlar değil” deyip sitem etmiştin… Sonra “Benim okuldaki çocuklar” oldu adları… İrennnnn… Şimdi biliyorum ki, olduğun yerde kıskançlık gibi dünyevi duygular yok… Sonsuz bir sevgi var… Senden sonra, kalbimin bedenimde yer değiştiğini hissettiğim o ilk günlerde, haftalarda evladını kaybetmiş bir anne gelse ve bana ne yaşayacağımı anlatsa dedim çokça. O kadar eksikliğini hissettim ki bir bilenin, bu bilinmezliğin içinde klişeleşmiş “Geçecek”, “Zaman” gibi kelimelerin dışında bir şey söylemesini… İşte bu evlat kaybı yaşamış bir anneye ulaşamama hali bende yeni bir şey oluşturdu İren’ ciğim. Evladını kaybeden her anneye artık ben ulaşmalıydım. Bir misyon değil bu, hepsine ulaşmakta mümkün değil. Zaten ne çokmuş, anlayamıyorum… Hep mi böyleymiş, yoksa şimdi algıda seçicilik mi yapıyorum onu da bilmiyorum bebeğim. Bizim bir anneler grubumuz var, aslında daha çok sayımız ama bu küçük grup dahil olmak isteyenler ile kuruldu… Diğer anneler ile bireysel haberleşiyoruz… İren’ ciğim sen iyi ki ön yargılı olmadın hiç… İyi ki öyle bir duygu ile tanışmadın… Kötü bir şey… Bazen yeni arkadaşlarımı anlatınca tepkiler geliyor… “Konuşmasan mı?”, “Görüşmesen mi?”… Çok iyi niyetle tabii, iyi gelmeyeceğini düşünüyorlar… Yani, anneannen ve deden bile gizli gizli konuşmuşlar bunu aralarında… Ama bana söyleme cesaretinde bulunmamışlar… Yolu bana bırakmışlar… Sanıyorlar ki biz birbirimiz ile sadece yas ve acı konuşuyoruz… Yok vallahi yok… Biliyor musun Balım, senden sonra strese bağlı olarak büyüyüp elime gelen kitleler için o annelerden biri ikna etti beni doktora gitmem için… Oysa en yakın dostlarım defalarca doktora gitmemi söylemişti, anneannen çaresizce beni kimin doktora gitmeye ikna edeceğini bulmaya çalışıyordu… Biliyor musun Balım, seni ve beni çok iyi tanıyan bazı (eski) yakınlarımız aramazken, o anneler ansızın telefon edip “Sesini duymak istedim” diyor… Biliyor musun Balım, bazı akşamlar dışarda olup sesim çıkmayınca, anneannenden önce onlar yazıyor merak ettik seni diye. Hepimiz böyleyiz, sanki sizlerle doğan boşluğu birbirimizle dolduruyoruz… Birimiz üzülünce hepimiz üzülüyoruz, güzel bir haber alırsak hepimiz seviniyoruz… Bazen düşünüyorum, farklı şekilde tanısaydım bu anneleri yine dost olur muyduk diye? Keşke bu acının içinde tanışmış olmasaydık… Evet, eski arkadaşlarımız acıyı paylaşıyor, elinden gelen desteği gösteriyor ama empati yaparak anlamaya çalışıyorlar bizleri… Yaslı annelerin ise empati yapmasına gerek kalmadan, tanıdığı yaşadığı bildiği yerden konuşuluyor her şey… Yasın içinde bana en iyi gelen şeylerin başında bu anneler, kız kardeşler… Ve ben hep şunu hayal ediyorum İroş… Bizler, sizsiz kaldığımız bu dünyada nasıl buluştuysak, sizlerin de orda buluştuğunuzu düşünmek rahatlatıyor beni… Evet, şimdi itiraf kısmına geldim… Bak sakın kıskanma deli kız! Hepinizi İren’ imiz, Ayşe’ miz, Ali’ miz diyerek anıyoruz… Ohhh vallahi söyledim rahatladım… Bazen seni onlarla hayal ediyorum dedim ya, yani tahminim yakışıklı abilerin yanından ayrılmadığın yönünde 😊Onların annelerinin tahmini de hepsinin sana ve senin gibi tatlı suratlara abilik yapıp, koruyup kolladığı yönünde… Bazıları ile rüyamda bile gördüm seni… İşte buluştunuz… Biliyorum ben… Bir gün orada hepimiz buluşacağız Balım, hepinizi çok seviyoruz, ben tabii en çok seni, çok çok seni seviyorum… Yanlış anlaşılma olmasın… Küsersin rüyama gelmezsin filan… Seninle böyle deli deli, eğlenceli, şakalaşarak sohbet etmeyi de çok özlemişim aşkım… Ne iyi geldi bir bilsen… Seni çok seviyorum, her şeyini manyak gibi özledim… Çok özledim… Çok çok çok… Orda hep mutlu ve huzurlu olun, sizi çok sevdiğimizi unutmayın! Sana sımsıkı sarılıyorum ve son rüyamızdaki gibi sesli sesli kocaman öpüyorum seni defalarca…
"İren'le Hayat" Bambaşka Bi' Hayat!
Annelik, bir ömürlük mesai! İşte burda o mesai olacak!
10 Temmuz 2025 Perşembe
8 Temmuz 2025 Salı
Bu Sınav Kimin Sınavı?
Bugün, İren’ den 15 gün önce trafik kazasında vefat eden Batın’ ın annesinin paylaştığı bir post ile uyandım. O andan beri toparlayamıyorum kendimi. İçimde inanılmaz bir öfke var. Yasın aşamalarından biri olan ve İren’ i kaybettiğimden beri çok nadir hissettiğim öfke duygusu sardı etrafımı.
O kadar farklı şeyler duydum ki yas sürecinde tanıdığım annelerden… Evladını kaybeden bir anneyi, aynı evladın babası evden gönderip başka bir kadın ile evleniyor daha senesi dolmadan desem şaşırırsınız değil mi? Ya da bazı babaların, eşlerine evlat kaybı yaşayan diğer anneler ile iletişim kurmayı yasakladığını söylesem… Ya da bugün okuduğumuz gibi, taksirle evladının ölümüne neden olma suçundan yargılama söz konusuyken bir babanın şikayetinden vazgeçtiğini…
Ben artık duyduğum hiçbir şeye şaşırmıyorum… Sadece, gerçek anlamda baba olanları tenzih ederek, anneleri ve babaları ayrıştırıyorum yas sürecinde. Ateş düştüğü yeri yakıyor ya, ateş büyük ölçüde annelerin yüreklerinde alevleniyor…
Bazı babalar… Ah o bazı babalar…
İren’ i morgda gördükten sonra beni hastanenin bahçesine
aldılar bir tekerlekli sandalye ile… Birden nasıl kalabalık oldu bilmiyorum…
Yanıma her gelene “9. kat 917 numaralı oda. Mavi kod: çocuk” dediğimi, hep bu
cümleyi tekrarladığımı hatırlıyorum.
Bir ara, babası yanıma gelip, cenaze işlemlerini nasıl yapacağımızı, hangi camiden kaldırılacağını sordu. O ana kadar bir cenaze işlemi yapılması gerektiğinin farkında bile değildim. “Fark etmez” dediğimi, onun Şişli Camisi olsun mu diye sorduğunu hatırlıyorum. Şişli’ de doğmuştu zaten, Şişli’ den yolcu olsun diye düşündüm ve tamam dedim. Sonra defnedileceği yer konuşulmaya başlandı. Babam, babaannemin üzerine; annem ise dedemin üzerine gömülebileceğini söyledi. Ben ses gelen yöne kafamı çeviriyordum sadece; ne gömülmesi, ne diyordu bu insanlar algılamaya çalışıyordum. O ana kadar her yere birlikte sürüklendiğim tekerlekli sandalyeden bir hışımla kalktım ve “İren kimseyle birlikte gömülmeyecek, biz beraber gömüleceğiz, yeni bir yer alınacak, bende üstüne gömüleceğim, sadece ikimizin olacak” diyerek ekledim babasına “Sende kusura bakma, sadece ikimiz olalım istiyorum”. Ne nahif kadınmışım, orda o anda bile kusura bakma diyebilmişim.
Bana bir söz verildi. “Söz!” diye bir laf çıktı ağızdan. Peki
o söz tutuldu mu?
Evladını kaybettikten sonra, bir anneye verilen o söz
tutulmadı…
Her şey çok tazeyken, belki daha 20-25 gün olmuşken kızımı toprağa emanet edeli, mezar tapusu mevzusu çıktı. Efendim, mezarlıklar müdürlüğü mezar yeri alınırken gerekli meblağı kim ödediyse mezar tapusunu onun üstüne verirmiş. Tapunun, velayet sahibi olan anneye verilmesi için, tapu sahibi babanın yapması gereken tek şey üzerimdeki tapuyu annesine devrediyorum şeklinde bir dilekçe yazmasıymış. Yani, bu kadar basit, sadece bir dilekçe. Peki, o dilekçe yazıldı mı? Asla. “Kızım ile son bağım o mezar” cümlesini duydum ben… Diyemedim tabii o ne yapacağını bilmezliğin içinde, keşke evladınla hayattayken bağ kurabilseydin diye.
Gecelerce bu acının içinde bir de bunu neden yaşadığımı düşündüm ve tabii benim meleğim iç sesimle verdi cevabı. “Artık bağını kopar” dedi bana. Ben çok iyi biliyorum ki, benim kızım ile buluşacağım yer o toprak değil. Siz toprak parçasını son bağ olarak nitelendirin. Toprakta buluşulur belki ama cennet bahçesine kabul eder mi İren' im annesine verilen sözü tutmayanları? Ben biraz tanıyorsam etmeyeceğine adım gibi eminim.
Bir akşam, kapı çaldı ve bir arkadaşı ile yolladığı zarf teslim edildi bana. İçinde kendine ait tapu, yanında da oraya sadece benim gömüleceğimi belirten bir not ile babalık hakkı teslim edildi. Sen İren’ i kaybedince delirmedin, bak ben seni nasıl delirteceğim der gibi.
Her gün Zincirlikuyu Mezarlıklar Müdürlüğüne gittim. En sonunda hukuk bürosundan, velayet ölüm halinde son bulur zırvası yazan, hepsini okuma gereği dahi duymadığım bir cevap geldi bana… Peki, yine aynı hukuk değil miydi o velayeti bana veren… Rutin velayetlerde olan, hafta sonunu birlikte geçirme, evinde kalma veya yaz tatili gibi uzun dönemlerde 15 gün çocuğu alma hakkını babaya vermeyen aynı hukuk değil miydi? Üç beş tane alt alta yazılmış madde ile mi ölçeceksiniz annelik hakkımızı… Üstelik, yas literatüründe, yas sürecinin devam eden bağlar teorisi ile sürdürülmesinin altı bu kadar çizilirken, hangi hakla bir anneye çocuğun öldü ve anneliğin bitti diyebilirsin... Hukukta yas cahiliymiş! Hukuk insanlıktan çıkmış, haberiniz olsun...
Ben o günleri yaşarken, ilk kez annelik yapamadığım duygusunu yaşadım… Cenaze işlemleri ile ilgilenemediğim için onlarca kez suçladım kendimi… İren’ imi orda tek başına bırakmış olmanın hüznünü de taşıdım… Bizim sevgimizin, bağımızın bunu hiç hak etmediğini bile bile tüm bunların acıma, İren’ ime yapılmış bir haksızlık olduğunu düşündüm… Sonra dedim ki bu benim sınavım değil, bu beni bu şekilde düşündürenlerin sınavı…
Bir hayatın sonlanması ile sadece evladını kaybeden annenin sınavı başlamıyor, çevresindekilerin de merhamet sınavı, vicdan sınavı, insanlık sınavı başlıyor… Görebilene, anlayabilene elbette.
Bu zor durumu, daha da zorlaştıranlara hak helal edilir mi? Onlar, bu sınavı geçebilir mi peki?
Neyse dostlar, Batın’ ın hikayesi, bir annenin bu çaresizlik içindeki yalnızlığı, evladı hayattayken ve artık bu dünyada değilken, tek başına olmanın ne demek olduğunu çok iyi bildiğim bir yerden beni çok etkiledi… Kafanızı şişirdim, ama bir yıldır içimde tuttuklarımda döküldü, rahatladım…
Terapistimin şahane bir tespiti olmuştu bunları
anlattığımda:
“Gaye hanım, İren hayattayken anneliğiniz nasılsa şimdi de
öyle devam ediyor. Karşı tarafın babalığı nasılsa o da o şekilde devam ediyor. Bir
istikrar var, şaşıracağınız bir durum yok ortada.”
Evlatlar annelerin… Sağlığında, hastalığında, varlığında,
yokluğunda… Evlatlar, kanun ne derse desin, annelerin…
İşte, bu sabah gördüğüm postta da bir annenin isyanı buydu… “Sadece kağıt üzerinde baba olan şahıs oğlunun davasını satmış! Evlat benim evladım. Onu ben büyüttüm. Senin söz hakkın bile yoktu da kanunlar sayesinde adın geçti kağıtlarda. Oğluna yapamadığın babalıktan da mı utanmadın?” diye isyan ediyor Batın’ ın annesi, evladına hem ana hem baba olan annesi…
Kanunmuş, kanununuz batsın…
Canım Batın, anneciğine
gideceğim yarın… O, bu dünyada yalnız kalmayacak merak etme… Sende orda İren’
le buluşmuşsundur umarım…
2 Temmuz 2025 Çarşamba
Vedasızlık
Bir kadın ne zaman anne olur? Evladının varlığını öğrendiğinde mi, onu ilk kez kucağına aldığı anda mı? Yoksa; annelik, çocuğunun büyüme yolculuğuna eşlik ederken anneliğini de geliştirerek oluşturduğun bir şey midir?
İren’ in dünyaya geliş ve gidiş yolculuğu, kayıtlara göre, 12 yıl 2 ay 1 gün 2 saat 44 dakika sürdü. (Hastanelerde, reanimasyon işlemi sonlandırıldığında ölüm saati kayıt altına alınıyormuş. Doğarken dünyaya geldiğimiz anı dakikasıyla yazıyorlar ama gözlerimizi kapadığımız anı bilemiyorlar işte. O dakikayı, evladıyla ilgili her şeyi bildiği gibi, en doğru anneler biliyor.)
Ben onun
varlığını öğrendiğim gün “anne” oldum. Yani benim annelik yolculuğum, 12 yıl 11
ay 5 gün 3 saat 24 dakika. Ve bitmedi! Onu, morgda bıraktığım günde bitmedi,
toprağa koyduğum günde… Annelik, evladın bu dünyada olsun olmasın hiç bitmeyecek
bir yolculuk. Anneliğin, “kutsal” olarak tanımlanması da bu yüzden bence.
Çünkü, anneler evlatlarının varlığını öğrendiği andan itibaren, yokluklarını
kabul etmekle baş başa kaldıkları ana kadar, hatta; yokluklarında, onların varlıklarını
sürdürerek, çocuklarını kalplerinde büyütmeye devam ettirdikleri kayıp
sürecinde de ANNEler! Annelik, bitmeyen bir yolculuk…
Benim bu yolculukta sınıfta kaldığım tek bir gün oldu. O malum
gün! O gün içinde birkaç an belki.
Veda edemeden uğurlamak en sevdiğini… Annelik karnesinde
kocaman bir sıfır! Hastane odasına, o anı görmemek için, girememek… Yanına
girmeye cesaret edememek… Öylece kalakalmak… Kocaman bir boşlukta, sanki dünya
durmuşçasına (keşke dursaydı)… Dünyanın dönmeye devam ettiğini fark ettiğin
anda kendini suçlamak… Yanında olmadığının vicdan azabıyla içsel bir
hesaplaşmaya girmek, bu manasızlığa bir cevap aramak… Sonra o cevabı bulmak…
“Annelikten”… Bulduğun bu cevapla yetinmemek… “Her şeyi de anne olmaya bağlama,
korktun işte!” diyerek kendine isyan etmek, öfkelenmek… Anne olduğun için orda
olman gerekirdi ile ana yüreğin bunu nasıl kaldıracaktı arasında gidip gelmek… İnkar
bu deyip kendini rahatlatmak… Doktorların geri döndürme çabasından kaçarak böyle
bir şey olmamış, o son iki nefes gözünün önünde verilmemiş gibi davranmak… Bunun gerçekte olmadığını düşünmek… Bir yanda ilk kez annelik yapamadığını
hissetmek, diğer yanda anne olduğun için bu yüzleşmeden kaçtığını bilmek… Günlerce,
haftalarca, aylarca vedasızlığın içinde kaybolmak… Sonra bir dost
meclisinde ansızın aradığın cevabı bulmak…
Sevdiklerinin ölümüne yakın deneyimler yaşayanlar, onların
dünyaya veda etmeden önce mesajlar verdiklerini söylermiş. İren’ de böyle
yapmış. Planladığımız tatil programını mide bulantısından dolayı
erteleyeceğimizi öğrenince en yakın arkadaşının annesine “Siz annemle
vazgeçmeyin” demiş. Birlikte çıktığımız son tatilden dönünce, “Sayende babama
ısınmaya başladım” diyerek veda etmiş ona da.
Gecelerdir, İren’ in son zamanlarında bana ne mesaj verdiğini
düşünüyorum. Aklıma, hastanede kısa uykulara dalıp gözünü her açtığında “Annecim
seni çok seviyorum” demesinden başka bir şey gelmiyor. Ve bu şahane cümleye nasıl karşılık verdiğimi bulamıyorum. Silinmiş hafızamdan, yok! (Uykusuz geceleri
düşüncelere boğacak yeni bir konu çıktı bana.)
12 yıllık birlikteliğimizde 'keşke' dediğim nadir anlardan
biri oldu son dakikalarında yanında olamamak, elini tutamamak, ona veda edememek.
Bunun için gittiği günden beri suçluyordum kendimi. Ta ki düne kadar.
Bazı bağlar vedaya gerek duymazmış demek ki… Çünkü kopmayacağını
bilirmiş demek ki giden… Geride kalan olarak buna ne kadar ihtiyacın olacağını
hissederek, sadece seni çok sevdiğini hatırlatmak isteyerek gidermiş bazı
gidenler…
O gün sana söylemişimdir elbet annem, seni çok sevdiğimi, ama
senin kadar çok mu söyledim hatırlamıyorum inan. Bende seni çok seviyorum… Seni,
sensiz bile sevebilecek kadar çok seviyorum. Sonsuza dek…
10 Haziran 2025 Salı
Bayram Gelmiş…
Bayram gelmiş…
Çocuklar erkenden uyanıp bayramlıklarını giymiş. Çeşit çeşit yiyeceklerle dolu bayram kahvaltısından önce, misafirler için alınan şekerlerden, çikolatalardan gizlice atmışlar ağızlarına. Bayrama özel hazırlanan kahvaltının ardından, büyüklerin elleri öpülmüş, alınan harçlıklar heyecanla ceplere konulmuş. Biriken harçlıklar ile neler yapılabileceği, neler alınabileceği defalarca sorulmuş. Komşular, akrabalar ziyaret edilmiş sırayla. Her ziyaretten mideler dolu çıkılmış. Sonra, aile büyüklerinin kabirleri ziyaret edilmiş, dualar edilmiş, mezarın üstünde solan çiçekler toplanmış, toprağı sulanmış. Akşam ailece televizyondaki bayram programları izlenmiş. Günün sonunda, bayramın tatlı yorgunluğu ile yataklara gidilmiş. Bayramın ikinci günü yapılacaklar çoktan planlanmış. Karşılıklı “iyi geceler” öpücükleri verilmiş. Masalda burada bitmiş.
Gökten üç elma düşmüş. Biri toprağın altında yatanların baş ucuna, biri geride kalanların başına, biri özlemle kavrulan yaslı kalplere…
Bu bayram, yas tutan annelerin yaşadıklarının yanı sıra, iki ayrı cenaze gördüm. Geride, gözü yaşlı anneler babalar, hayatının baharında eksik kalan evlatlar, dedelerini hiç tanıyamayacak torunlar ve onları toplamak için, yasını yaşayamadan, ister istemez bir mücadeleye girecek olan eşler kaldı.
Bayram gelmiş...
Kimileri ailece örf ve adetlerini yerine getirirken, kimileri ailece şehirden uzaklaşırken...
Bayram gelmiş…
Kimileri sevdiğine şifa bulabilmek için hastane kapısında beklerken, kimileri sevdiğini bu dünyadan yolcu ederken…
Bayram gelmiş…
Aynı bayram mı bu gelen?
5 Haziran 2025 Perşembe
İren' in Doğum Hikayesi 💞
Hayata her geliş, anlatılacak yeni bir hikaye… Benim İREN’ e
kavuşmam uzun olduğu kadar sabır da gerektiren bir süreçti… 3 yıl bekledim onu.
Her defasından aldığım sonuçta “negatif” ibaresini görmekten o kadar usanmıştım
ki, aşılamadan 12 gün sonra tahlil yaptırmam gerekirken, ne de olsa negatiftir
diyerek doktora gitmedim bile. Bulantılarım başlamıştı ama ben yediklerimin
dokunduğuna bağlıyordum bunu, canım sürekli ayran içmek istiyordu (ayranı çok
seveceği o günlerden belliymiş), tansiyonum düşmüştür diyordum. Sonunda annemin
zoruyla kan tahlili yaptırdım. Sonucu almaya gittiğimizde arabadan bile
inmedim. Öyle umutsuzdum. Alınan zarf havaya fırlatılarak önüme düştüğünde ANNE
olacağımı anladım. O an umutsuzluğun mucizeye dönüştüğü andı benim için.
Arabanın içinde bir yandan hüngür hüngür ağlıyor, bir yandan da annemi arayıp
müjdeyi veriyordum. İşte annelik bebeğinin varlığını öğrendiğin o anda
başlıyor! O gece sadece ne yöne yatacağımı, ters bir hareket yaparsam bebeğime
bir şey olup olmayacağını düşündüm…
İlk doktor randevusunda, kalp atışını duydum. Her kontrol
ayrı bir heyecandı benim için; ne kadar büyüdü, kaç gram oldu, kalp atışını
tekrar duyacak mıyım diye düşünürken cinsiyetini hiç düşünmedim çünkü ben KIZIM
olacağını biliyordum. Bir gün kendimi NST’ ye bağlanmış buldum. 9 aydır
karnımda büyüyen bebeğimle ilk karşılaşma anı yaklaşmıştı.
Hamileliğim süresince istediğim iki şey vardı: Normal doğum
yapmak ve dünyaya geldiği an kızımı görebilmek…
İREN, beklediğimizden 4 gün önce doğdu. İri bir bebek olduğu
için doktorum 23 Mayıs 2012 Çarşamba gününe planladı doğumu. Normal doğum
konusunda doktorum da beni desteklediği için suni sancıyla başladık güne, ama
benim annesinden ayrılmak istemeyen meleğim yerinden kımıldamadığından yaklaşık
10 saat sonunda sezaryene karar verdik.
Normal doğum şansım kalmamıştı, ama ben kızımın doğduğu anı görme
konusunda kararlıydım. Bu yüzden, doktorumun da tavsiyesiyle epidural sezaryene
karar verdik. Anestezi doktoru dört deneme sonunda uyuşturabildi beni. Öyle bir
duygu ki bu, uyuşmadığını bilerek, sadece doğduğu anı görüp ilk teması hissetmek
için “Uyuşmadan sezaryen yapalım o zaman” dediğimi ve ameliyat ekibinin bana
bakışlarını unutmam asla.
Ve doğum başladı. O ana dair hafızamda kalanlar bölük pörçük…
Birden, sesini duydum. Benden ayrı bir yerde bakımı yapılırken hiç durmadan
ağladı İREN, kollarıma gelene kadar. O an ikimizde sustuk.
Odaya alındığımda bir daha ayrılmamak üzere kavuştum kızıma.
İlk kez kucakladım onu, emzirdim, kokladım, inceledim, bakmaya doyamadım. 9 ay
boyunca karnından, aynı kandan, aynı nefesten olan, bir saat önce içinde
taşıdığın bebeğin artık kollarında. Daha önce görmediğin, sesini duymadığın,
kokusunu bilmediğin 50 cm.’ lik küçücük bir şeye hayransın. Ondan daha güzeli
yok artık dünyada, ondan daha önemlisi yok, ondan bir başka daha yok, EŞSİZ! O,
SENSİN… O, HAYATIN… O, SENİN!
Bugün İREN’ in doğum günü. 13 yaşına kollarımda değil,
cennette giriyor.
Bugün, onu kaybedişimle ilgili hiçbir şey yazmak
istemiyorum. Bugün, İREN’ imi yeniden doğuruyorum içimde, kalbimde, aklımda,
kanımda, canımda, ruhumda…
O dehşet veren günü hiç düşünmek istemiyorum. İREN hiç
gitmemişçesine o günü hafızamdan silerek yaşamak istiyorum bugünü.
Yanımda olmadan bunu yapabilmek tahmin edemeyeceğiniz kadar
zor, ama ben bugün sadece doğduğu günü hatırlamak ve zamanı orda durdurmak
istiyorum.
İyi ki doğdun BALIM, iyi ki benim İREN’ im oldun… İyi ki
senin ANNE' n oldum…
3 Haziran 2025 Salı
Yas Tutan Annelerin Eleği
“Yas Tutan Annelerin Rafı” ndan sonra sıra “Yas Tutan Annelerin Eleği” nde…
Elemek; elek yardımıyla incesini kabasından yani iyisini
kötüsünden ayırmak, ayıklamak anlamında kullanılan bir sözcük.
Sevdiği birini kaybettikten sonra yas tutan herkesin elinde
bu elekten var aslında, ama ben annelerin eleğine odaklanmak istiyorum.
Benim eleğim insanları başarılı bir şekilde eledi. Kimin iyi
gün dostu, kimin kötü gün dostu olduğunu anlamak zor olmadı. Hayatımdan
çıkarttığım hiç kimseye şaşırmadım, yeni eklediklerime şaşırdığım kadar.
“Ne diyeceğimi bilmediğim için arayamıyorum…” Ne
kadar basit bir bahane… Bunca yıl, her gün dakikalarca konuşurken, ne
diyeceğini çok iyi bilirken, birden tükenmiş demek ki yaslı annelere söylenecek
sözcükler… “Sesini duymak istedim.” kolayca akla gelen bir cümle oysa ki… Peki,
sizler içinde zor bir durum olabilir… Bir mesaj atmak, sadece “Aklımdasın, seni
merak ediyorum.” yazmakta mı zor? Bu acı ile yüzleşmekten kaçmak belki
de aramamak, yazmamak… Ama kaçtığınız bu acı gerçeğe bizler her sabah yeniden
uyanıyoruz… Zor günümüzde yanımızda olmamak mı dostluk yoksa
bencilliği kenara bırakıp, “Ben ne düşünüyorum böyle, yaşamadan beni korkutan
bu şeyin içinde benim arkadaşım her gün.” diyerek cesurca bir adım atmak
mı?
Hiç merak etmeyin! Yanımızda olanların karşısında sabahtan
akşama kadar ağlamıyoruz, bir masada oturup sohbet ederken saatlerce
kaybettiğimiz evlatlarımızı anlatmıyoruz, yanımızda olanları da üzmemek için
inanın çok hassas davranıyoruz. Günlük akış devam ediyor yani, eğer konu
açılırsa genelde yüzümüzde bir tebessümle bahsediyoruz evlatlarımızdan ve
onları ne kadar özlediğimizi söyleyerek bitiriyoruz cümlemizi. Koca bir gün
içinde, bizim yaşadıklarımıza ve kaybettiğimiz canlarımıza maruz kalma süreniz
beş dakikayı geçmiyor, emin olabilirsiniz. Aşağı yukarı, “iyi gün
dostları” nın elekten geçerek hayatımızdan çıkması ile
aynı süre…
“Kötü gün dostları” nın hakkını teslim edelim o
halde. Neler yapıyorlar bir bakalım…
“Nasıl geçti günün?”, “Ne yapıyorsun?” diye soruyor mesela.
“Müsaitsen bir kahve içelim mi?”, “Hadi bana gel.” diye yazıyor. Bir etkinliğe
davet ediyor, “Beraber gidebiliriz diye düşündüm.” diyerek. Sana iyi geleceğini
düşündüğü bir kitap alıyor, kaybettiğin sevdiğinle ilgili anılarını paylaşıyor,
onunla ilgili anlamlı hediyeler getiriyor (melek kanatlı bir yaka iğnesi,
adının yazılı olduğu bir toka, üzerinde fotoğraflarınızın olduğu bir bileklik,
bir gece lambası veya çalışma masana koyacağın bir takvim, tuttuğu takımın
forması…). Aylık düzenli buluşmalar planlıyor seninle, nerde olmak istersen
seçimi sana bırakarak.
Özel günlerin daha zor geçeceğini tahmin ederek o günlerde
daha çok hissettiriyor yanında olduğunu, daha sık arıyor, yazıyor veya yanına
geliyor. O daha zor olan günlerde, masanda küçük bir çikolatanın yanına
içtenlikle yazılmış bir not buluyorsun. Ya da telefonuna güç veren bir mesaj
düşüyor. Kaybettiğin sevdiğini “ölümsüz kılma” çabanı görüyor
ve buna destek olmak için bağış yapıyor mesela. Yanından geçerken sarılmak
istiyor sana, kendi gözyaşlarını da ortak ediyor seninkilere. “Kabristana
beraber gidelim.” diyor.
Kendini yeniden inşa etmek için aradığın yolları keşfetmeni destekliyor. Çünkü neyin içinde olduğunu cesurca empati yaparak görebiliyor ve
seni acınla, hayattaki en büyük eksikliğinle, ruhunda açılan çatlaklarla kabul
edip kucaklıyor.
Ne rahatsız edici bir ısrar var bu yaklaşımlarda, ne de sana
kendini kötü hissettirecek bir tutum, bir bakış. Sadece, şefkatle seni ve
yaranı, acını sarma çabası. Çare olabilmek için çabaladığını göstermeyen,
bencillikten arınmış bir merhem.
Bunları yapabilmek ne çok zor, ne de kolay. Hepsi bir seçim.
“İyi gün dostu” olmak ile “kötü gün dostu” olmak arasında yapılan bir seçim:
elekten elenmek ya da elenmemek…
Biz, yas tutan anneler, unumuzu çoktan eledik, eleğimizi
çoktan astık…
Hayatta, herkesin, hepimizin, maalesef bir çocuğun bile,
ölüme eşit mesafede olduğunu yaşayarak öğrendik. Bundan sonrası hikaye… Bu
hikayeye ortak olup olmayacağınız ise sizin seçiminiz.
1 Haziran 2025 Pazar
Yas Tutan Annelerin Rafı
Damgalama; bir kimseye, gerçeğe dayanmadan herhangi bir özellik veya nitelik yüklemek anlamında kullanılan, ayrıca; kişinin toplumda aşağılanmasına, itibar kaybetmesine ve değersizleştirilmesine neden olan “acımasız” ve bence “kolaycı” bir tutumdur.
Damgalama; genellikle kültür, cinsiyet, ırk,
sosyoekonomik sınıf, cinsel yönelim, beden imajı, engellilik veya zeka sağlığıyla
ilgilidir. Birde, literatürde yer verilmeyen, kayıp yaşamış yaslı bireylerin
damgalanması vardır ki bununla en sık evlat kaybı yaşamış anneler karşılaşır.
Misal, babaannemi kaybettikten sonra babama sinirli olduğu için kimsenin “Annesini kaybetti ya ondan bu öfkesi” dediğini duymadım. Ya da dedemi kaybettikten sonra anneme “Babasını kaybetti ya ondan bu hali” dediğine şahit olmadım kimsenin. Ama mevzu bahis, cennetin bile ayaklarının altında olduğu söylenen, kutsallığının her defa altının çizildiği anneliğe geldiğinde, evladını kaybetmiş bir anne olarak, neler neler duydu bu kulaklar!?
Sizin, evladının yasını tutan annelerle derdiniz ne?
Yaslı annelerin; hayatı devam ettirme çabaları, işlerini, aile hayatlarını,
geride kalan olarak hem geçmişe hem içinde bulunduğu ana hem de geleceğe dair sorumluluklarını
devam ettirebilmeleri, yaşadıkları tahammül edilemez acıya rağmen birbirleriyle
sessizce (ama anlaşılan rahatsız edici bir gürültüyle) dayanışmaları, bu acıdan
bir anlam oluşturmaya çalışmaları, dayanıklı olmaları mı rahatsız ediyor sizi? Yoksa,
bunların tam tersinin olmaması mı rahatsızlık veriyor?
Şimdi, ben 43 yaşında bir kadınım. İren’ in annesiyim. Çocukluk
hayalim olan öğretmenliği 20 yıldır gururla yapıyorum. Bu meslekten
kazandığımla, çocuğuma, üstelik tek başına, hiçbir şeyini eksik etmeden, 12 yıl
boyunca baktım. Gerçekçi biriyimdir. Yeniliklere çok açık değilimdir. Bu yüzden
hayatıma yeni tanıdığım kişileri hemen alamam, temkinli yaklaşırım. Birine
güven duyarsam kalbimi sonuna kadar açarım. Değer verdiğim birine güvenim
sarsılsa bile, defalarca şans veririm. Sabırlıyımdır, ancak sabrımın taştığı
noktada öfkem ağır basar ve bir kalemde silerim karşımdakini, hatta kin tutmaya
başlarım. Mütevaziyimdir, kendimi övmeyi beceremem. Haksızlığa gelemem. Sinemaya, baleye, operaya, konserlere gitmeyi çok severim. Kitap okumaya
bayılırım. İnsan psikolojisiyle ilgili yeni şeyler öğrenmeyi, araştırmalar
yapmayı severim. Online mağazalarda sepete her gün bir şeyler atmazsam
uyuyamam, satın alıp almadığımın önemi yoktur. Yakın arkadaşlarımla, elimde bir
kahve fincanı ile saatlerce sohbet etmeyi, dertlerine çözümler bulmayı, bazen
saçma sapan şeylere dakikalarca gülmeyi çok severim. Güzel hazırlanmış
sofralarda edilen uzun sohbetlerden keyif alırım. Bazı küçük zararlı
alışkanlıklarım vardır (çok çikolata yemek gibi). Ev işi yapmayı, özellikle
yemek yapmayı hiç sevmem. Telefonda konuşmaktansa mesaj yazmayı tercih ederim. Galatasaray’
lıyım. Öğretmen olmasaydım medya sektöründe çalışmak isterdim ki 12 yaşından beri
Türkiye’nin en büyük özel kanallarından ikisinde ve TRT’ de çeşitli görevlerde
yer aldım. İş disiplinimin ve ahlakımın küçük yaştan itibaren çalışma hayatının
içinde olmamdan geldiğini düşünürüm. Ayrıca bir evlat, kardeş, halayım. Annelik
zaten ebedi…
Gördünüz mü çalakalem hem iyi hem kötü yönlerimi nasıl yazdım
kendimle ilgili?
Yukarıda, benimle ilgili bir rafa dizilmiş onlarca
nitelik var, renk var. Sadece bir şey yok. Ne mi? Bu kadar özellik içinde, “evladını kaybetmiş anne” olma niteliği
yazmıyor. Çünkü, biz yaslı anneler için, evlat kaybı, rafa konulan ayrı bir şey
değil; tüm benliğimizle bu acı gerçeği kabul ederek yanımızda taşıdığımız, yeniden
inşa etmeye çalıştığımız hayatımıza sonsuz sevgi ve özlemi katarak harmanladığımız
bir bütünleşme hali. Yani, evlat kaybı yaşamış olmamız bizim için ayrı bir
nitelik değil. Bunca renk içinden, sizin baktığınız
yerden raftaki en belirgin olan “kara kutu” yu seçmeniz, aslında, bizi değil sizi ortaya koyan bir
seçim.
Peki, sizin gördüğünüz, “kara kutu” dan yani evlat kaybından sonra, yaslı anneler rafa neler koyuyor ona da bakalım mı beraber?
Benim rafıma, hepimizde olduğu gibi, özlem eklendi. “Seni özlemeyi de seveceğim, sana dair ne varsa sevdiğim gibi” diyerek koydum cebime özlemimi. “Ben seni çok özlemek isterim zaten, azı bize yakışır mı?” dedim tüm gerçekçiliğimle. Yası öğrendim, öğrenmeye devam ediyorum. Bu acıdan bir anlam oluşturmak istedim. Hayırsever bir insan olmaya başladım, sadece ekonomik gücümün yettiği maddi kaynaklarla değil, sokağa atılmış bir çöpü alarak, yolda ağlayan birinin yanına gidip sarılarak, başı sıkışan birine “Senin için ne yapabilirim?” diyerek… Hepsi yaslı annelerden oluşan yeni dostlar ekledim rafıma. Konuşulmayan yası konuşulur hale getirmeye çabalıyoruz “Işıkta Buluşan Anneler” grubu ile. Onları ve evlatlarını uzaktan tanıyarak çok sevdim. Her gece dua eder oldum hepsi için. Atölyeler, eğitimler, ikinci bir üniversite derken eski benden daha çok kendimi geliştirmeye başladım, belki, incitmeden birine faydam dokunur umuduyla… Hayatı sorgulamaya, bu dünyaya geliş sebebimizi anlamaya, bu yaşananlardan nasıl bir öğreti çıkarmam gerektiğine odaklandım. Anneliğin hiç bitmeyecek bir yolculuk olduğunu, evladının yokluğunda bile anneliğin nasıl devam ettirilebildiğini keşfettim. Evladını, yeniden kalbinde büyütmeyi, yokluğuyla da bağ kurulabileceğini öğrendim. Acıdan ölünmeyeceğine, acının insanoğlunu nasıl güçlendirdiğine şahit oldum. Kolay mı oldu? Asla! Kendimi, yanımda en sevdiğim, hayatımın anlamı dediğim İren' im olmadan, yeniden keşfedip inşa ederken aldığım terapiler, katıldığım atölyeler, dostlarımın sonsuz desteği ve akıl yürüterek ayağa kaldırabildim. Düşmüyor muyum peki? Elbette. Ama her tökezlediğimde, geriye dönüp bakıyorum ve bir önceki düştüğüm yeri görüyorum. Oradan kalkıp devam ettiğine göre şimdi buradan da kalkar devam edersin diyorum kendi kendime. Yani rafıma umut, güç, dayanıklılık, merhamet, vicdan, evladının yokluğuyla kurulan bağ eklendi ve hayatımdaki en büyük eksiklikle bunları yapabildiğim için kendimle duyduğum gururu da ekledim renklerimin arasına.
Şimdi, hangisi daha kolay siz söyleyin. Yas tutan annelerin, evladını
kaybettikten sonra bile rafına yeni renkler ekleme çabası mı yoksa girişte
bahsettiğim “kolaycı” bir tutum olan damgalama mı?
Neden bunca renk içinde, en koyu renk olanı görüyorsunuz? Daha mı kolay seçiliyor “kara kutu”, diğer renklerimizi keşfetmek dururken?
Dün bir sosyal medya paylaşımında okudum: “Kimsenin hikayesi bir başkasının terazisinde ölçülemez!”
Biz, yas tutan annelerin terazisi sizin dert diye gördüklerinizi taşır da, sizin terazi bizim yaşadıklarımızı taşır mı?
Bunun cevabını bulunca, boğazınızın da neden dokuz boğum olduğunu anlayacaksınız umarım!
Son söz!
Bizler, hiç bitmeyecek bu yas sürecinde, kendi yolumuzda kendi doğrumuzu aramaktan, bize "iyi gelen" şeylerden, yaslı annelere nasıl davranılması gerektiğini anlatmaktan vazgeçmeyeceğiz. Sizler yaslı anneleri damgalamaktan vazgeçip, sessizce yanlarında olmayı ve raflarına ekledikleri yeni renkleri keşfetmeyi öğrenmelisiniz.