23 Eylül 2025 Salı

-mış gibi yaşamak...

-mış gibi yaparak yaşadınız mı hiç?

Hiçbir şey olmamış gibi, her şey yolundaymış gibi, üzgün değilmiş gibi, mutluymuş gibi, altında ezildiğin duygu yükü hafifmiş gibi, hayata öfkeli değilmiş gibi, içtiğin kahveden yediğin yemekten dinlediğin sohbetten keyif alıyormuş gibi…

Hayatınızın bir noktasında elbet olmak istemediğiniz şekilde davranmak zorunda kalıp, -mış gibi yapmışsınızdır…  

Peki, bir ömür böyle yaşamak zorunda olduğunuzu bilmek…

Ben, bir yılı aşkındır -mış gibi yaşıyorum hayatı… Zerre haz almadığım; onsuz, bir daha gerçek anlamda mutlu olmayacağımı bildiğim; istemeden, birdenbire kendimi bambaşka bir hayatın içinde bulduğum; kalan ömrümü İren’ siz yaşamak zorunda kaldığım için -mış gibi yapıyorum…

Gözümü açıp kapadığım her yeni günde, fotoğrafına “Günaydın” ve “İyi geceler” diyorum sanki karşımdaki yatakta yatarmış gibi…

Evden çıkıyorum, eve dönüyorum sanki yanımdaymış gibi… 

Aynada kendime baktığımda, o bakıyormuş gibi hissediyorum… Sanki, “Sen dünyanın en güzel annesisin” dediğini duyarmış gibi…

Gün içinde yaşadıklarımı, “Annişkom sen iyi ki benim annem olmuşsun, seninle gurur duyuyorum” dediğini bilirmiş gibi paylaşıyorum onunla...

Dışarda dolaşırken, elini tutuyormuş gibi yürüyorum… Etrafı kolluyorum, korumak istermiş gibi…

Eve dönerken, eksikleri alıyorum sanki ona yemek hazırlayacakmış gibi… 

Çok sevdiği ayranı içiyorum, beraber içermiş gibi…

Akşam, rahatsız etmek istemediğim için odasına giremiyorum sanki ödevlerini yapıyormuş gibi… 

Galatasaray maçlarını kaçırmıyorum sanki onunla izlermiş gibi…

Dışardaysam, geç kalacağım endişesi yaşıyorum sanki evde beni bekliyormuş gibi… Haber vermek için mesaj yazmak istiyorum sanki okuyacakmış gibi…

Uyku saatinde, yatağının üzerindeki pijamaları öpüyorum onu öpermiş gibi…

Gece uyandığımda, yastığına dokunuyorum saçını severmiş gibi… Pikesini düzeltiyorum üstünü örtermiş gibi…

Özlediğimde, sesini duymak istiyorum sanki benimle konuşacakmış gibi… Kıyafetlerini kokluyorum sanki kokusunu tekrar duyacakmış gibi… Sarılmak istiyorum, öpmek istiyorum sanki dokunabilecekmiş gibi… Fotoğraflarına bakıyorum, videolarını izliyorum, anılarımızı canlandırıyorum hafızamda sanki bir gün çıkıp gelecekmiş gibi…

Bir gün 24 saat… 

İren’ im, sen gittikten sonra dünya durmamış gibi, -mış gibi yaşayarak 10080 saat yaklaşmışım sana…


25 Ağustos 2025 Pazartesi

Acıya Bağışıklık Kazanmak

O ilk günlerin karanlık bir gecesinde, kolumu ısırırken buldum kendimi.

Farkında bile değildim ne yaptığımın.

Canımın acıyıp acımadığını kontrol ediyordum istemsizce.

Canım acımıyordu.

Ben o karanlık gecede anladım, bir daha canımın kolay kolay acımayacağını.

Aylar geçti, takvimler “1 sene oldu İren gideli” dedi acımasızca.

1 gün ayrı kalamam dediğim kızımdan 365 gündür ayrıydım.

365. gün, yanımda olmak isteyen herkesi geride bırakıp, yanında olmak istediğimin yanına koştum.

Başında ağlarken, 1 sene önce orda ne halde olduğumu anımsadım.

Canım acımıyordu ama kendime acıyordum.

Halime, çaresizliğime, İren' sizliğime acıyordum.

Duamı ederken, bir yandan “Allah’ ım yardım et!” diye yalvardım.

İren’ in bu halime üzüleceğini bildiğim için defalarca özür diledim ağladığım ve isyan ettiğim için çünkü benim içim ne kadar acırsa acısın, onu acıtamazdım.

Anneydim! 

Arabaya bindim.

Alıp başımı gitmek istedim hiç bilmediğim yerlere.

Ama, duaya gelecek olanları karşılamam lazımdı.

Boş ver, bas git derken bir yanım; anne yanım olmaz dedi, görevimi layığıyla yapmalı, kızımın duasında “Amin” demeliydim.  

Yol boyu, önümdeki arabaları ve trafik ışıklarını bulanık görecek kadar ağladım bağıra bağıra.

Durdum bir benzinlikte, oturdum, kendime benzin doldurdum bir bardak kahvenin yanında içilen iki sigara ile.

Yola devam ettim.

İkinci molaya ihtiyaç kalmadan, evimizin kapısına geldim.

Gözyaşımı sildim, zili çaldım.

Beni bekleyen, İren’ in anneannesi ve dedesini de asıl olmak istedikleri yere gönderdikten sonra, dostlarım geldi tek tek.

Yine, 1 sene önceki gibi kalabalık olmaya başladı evimiz.

Her gelen ile sarıldık, acımı paylaştılar, onların gözleri dolarken benim gözyaşlarım donmuştu.

“Ben hiç ağlamıyorum, normal mi?” diye sordum.

Neye dayanarak bilmiyorum, normal olduğunu söylediler, onlarda bilmiyorlardı bence.

Hoca, “Merhum yavrumuz Arya İren Yıldırım’ ın ruhuna…” diyene kadar gözümden bir damla yaş akmadı.

Dua okunurken, 1 sene önce bulunduğumuz aynı salonda ne halde olduğumu hatırladım ve yine acıdım kendime.

Canım acımıyordu ama ben kendime acıyordum.

İren’ sizliğime acıyordum.  

Ertesi gün, yani 1 gün ayrı kalamam dediğim kızım olmadan 366. güne uyandığımda, hissizleştiğimi fark ettim.

Ne fotoğraflarına bakabiliyordum, ne onu düşünebiliyordum.

Sanki o 365 gün hiç yaşanmamış, hatta 12 yılımız hiç yaşanmamış gibiydi…

Kendime ve İren’ e bir yabancı olmuştum.

Acıma yabancılaşmıştım.

Bir hafta kadar sürdü bu halim.

İren’ ime, 12 yılımızın her bir anına, acıma, yasıma ihanet ettiğimi hissettim.

Sonra, taşlar yavaş yavaş yerine oturdu.

Ben artık acıdan, ağlamaktan, onsuz bir dünyaya adapte olma gayretimden yorulmuştum.

Kısa bir mola vermiştim fark etmeden.

Bugün, bir yazı çıktı karşıma: “Yas, yaşamın içindedir… Gülmeyi durdurarak tutulmaz… Hiçbir acı, yaşamdan kopuk yaşanmaz. Ara ara saptırmadan, dinlenmeden, hatta acıya duyarsızlaşmadan olmaz…” diyor Klinik Psikolog Özge Orbay.

Tıpkı, benim yaşadığım gibi...

Hissizleştim dedim ya, ben, acıya duyarsızlaşmışım aslında.

Çünkü, sayısını bilmediğim kadar acı iğneleri batıp batıp çıkmış bedenime, kalbime, beynime, ruhuma 365 günde.

366. günde, hiçbir iğne acıtmaz olmuş canımı, alışmışım, aşılanmışım acı iğneleri ile, başka acılara bağışıklık kazanmışım yaşadığım tarifsiz acıyla…

O yüzden, bir daha canımın kolay kolay acımayacağını anladığım o gece gibi, sadece fiziksel değil, içsel olarak da başka acılarla acımıyor içim.

İren’ sizlikten başka hiçbir şey acıtmıyor canımı…


22 Ağustos 2025 Cuma

Keşke...

İren’ ciğim, sen bu dünyadayken, az olduğuna şükrettiğim “keşke” lerimi ve sen bu dünyadan gittikten sonra çoğalan “keşke” lerimi anlatmak istedim sana…

Keşke, kızdığım zamanlarda gözümü pörtletmeseydim sana… Gerçi buna alışmıştın, öğrencilerine kızar gibi kızma bana derdin…

Keşke, benimle uyumak istediğin gecelerde “Olmaz, koca kız oldun” demeseydim, her istediğinde koynuma alsaydım seni…

Keşke, içmeyi sevmediğin balık yağını içmen için ısrar edip, içmediğini anladığımda “Beni mi kandırıyorsun” demeseydim sana…

Keşke, tabletinle daha çok oynamak istediğinde “Artık yasak” diyerek saklamasaydım tabletini ve o kalbimi delen bakışına şahit olmasaydım…

Keşke, sen bu dünyadan ayrılmadan 12 gün önce gördüğüm rüyayı anlayabilseydim… Bir şey değişebilir miydim, hayır…

Keşke, GBS denilen saçma hastalığa neden olan Campylobacter Jejuni bakterisi olmasaydı bu dünyada…

Keşke, o bakterinin bulaşacağı şeyleri yedirmeseydim sana… Sen, bu dünyadan gitmeden önce, son 21 günde neler yediğini gün gün çıkardım biliyor musun? (Bence sen buna hiç şaşırmadın, “Yapmıştır benim annem” dedin) Bir akşam, sana soyduğum şeftaliyi iyi yıkamadığımdan başlayıp, yediğimiz salatanın malzemelerini de iyi yıkamamış olmamdan devam ettim… Fırında pişirdiğim, hepimizin yediği tavuğu satan kasap ile kavga ettim kendi kendime… Sonra, yüzerken bir deniz canlısı tarafından ısırılmış olabileceğini kurguladım kafamda, nasıl fark etmedim vücudunda olmayan ısırık izini diye suçladım kendimi… Isırılsa hisseder söylerdi diyerek bu fikri rafa kaldırdım. Deniz kenarında midye yemek istediğinde izin vermeseydim keşke… Onlarca seçenek arasından, o midyeden olduğunu hissediyorum her şeyin ve anneler hislerinde pek yanılmaz… Ama çok severdin midyeyi, onlarca yerdin bir oturuşta, kıyamazdım sana keyifli bir yaz tatili günü “yeme” demeye… Keşke, suratını assan da, ağlasan da, “yeme” deseydim…

Keşke, yapılan kan tahlillerinde yüksek çıksaydı enfeksiyon değerin… Keşke, normalden yüksek çıkan B12 değerinden şüphelenseydi doktorlar. “Neden yüksek?” diye sorduğumda, vücudun dışarı atamadığı bilgisi ile geçiştirmeselerdi… Keşke, ben tıp okumuş olsaydım ve bilebilseydim hepsini… Keşke, seni geri getirmeyecek bu bilgileri sonradan öğrenmeseydim, bilseydim önceden…

Keşke, hastanede son günün olduğunu bilmediğimiz o son günde, aşağıdaki en sevdiğin kahve dükkanından istediğin mangolu ejder meyveli soğuk içeceği alsaydım sana. “Miden rahatsız, daha kötü yapar annecim, ben çay alayım sana” demeseydim… Ne yaptım biliyor musun? O aptal hastanenin kafeteryasına sadece o içeceğin olup olmadığını sormak için gittim senden sonra. Orada satılmıyormuş meğer, belki de senden sonra ilk kez bunu duyduğumda yüzümde bir tebessüm oldu. İstesem de alamazmışım çünkü yokmuş. Son isteğin olduğunu bilmediğim son isteğini yerine getirememenin vicdan azabını biraz hafifletmiş oldum işte…

Keşke, mavi kod verildiğinde yanına girebilseydim dedim aylarca… Bu bir “iyi ki” ye dönüştü İren’ cim. İyi ki giremedim de, ne göreceğimi tahmin ettiğim o anları yaşamadım. Çok mu bencilce annem bu düşünce? O anlar yok hafızamda, ama cesurca elini tutmak isterdim yine de… Belki hissederdin, filmlerdeki gibi bir mucize olurdu, kalbin atmaya başlardı tekrar…

Keşke, sen değil de ben gitseydim bu dünyadan… Sen bu acıya nasıl dayanırdın bilmiyorum. O yüzden, hangimiz önce gitsek hikayemiz yarım kalmayacak mıydı diye soruyorum kendime. Bizim hikayemiz bir şekilde yarım kalacaktıysa, bencillik yapmanın alemi yok, anne olduğumu hatırlıyor ve senin bu acıyla kalman yerine benim kalmamın daha adil olduğunu düşünüyorum. Ne saçma düşünceler değil mi? Hayat, insanı öyle bir hale getiriyor ki… Evladının yokluğunda, evladının böyle bir acıyı yaşamamış olmasını teselli olarak görüyorsun… Keşke, tesellilere hiç gerek kalmasaydı…

Düşünüyorum… Hangi “keşke” değişebilir ki yaşadıklarımızı, hangi “keşke” geri getirebilir ki seni?

Keşke, kader denilen yazgının önüne geçebilecek gücüm olsaydı bir anne olarak… Aciz bir kul olmasaydım…

Keşke ölüm diye bir şey olmasaydı hiç, keşke hiç kimse en sevdiğinden çaresizce ayrılmak zorunda kalmasaydı… Keşke…

21 Ağustos 2025 Perşembe

Yasında Bir Gururu Var!

Geçen hafta, benim gibi evladının yasını tutan bir arkadaşımla buluştuk. Daha önce hiç karşılaşmamış, hiç konuşmamış iki yaslı anne olarak 7 saate yakın sohbet ettik. İnanılır gibi değil, di mi? Hele, benim gibi yeni tanıdığı kişilere mesafeli duran biri için hiç inanılır değil ama oluyor. Acı öyle bir birleştiriyor ki kendime bile hayret ediyorum bazen.

Yas atölyelerinde denk gelmiş, sosyal medyadan takip etmeye başlamışız birbirimizi fakat ikimizde unutmuşuz bunu. Sohbet ederken kurduğumuz cümleler tanıdık gelince nasıl karşılaştığımızı hatırladık. Buluşma hikayemizde çok enteresan ama o bizde kalsın.

Katıldığımız atölyede, arkadaşımın bir cümlesi beni çok etkilemişti. İşe giderken yol boyunca ağladığını, iş yerinin önüne geldiğinde gözyaşını silerek rujunu sürdükten sonra içeri girdiğini söylemiş ve eklemişti “Benim orada sorumluluklarım var”. Bende, bu cümleyi duyduktan sonra, sorumluluklarımı hatırlamıştım. Ertesi gün, eskiden olduğu gibi makyaj yaparak işe gitmeye başlamıştım. (hiç tanımadan, aynı yaşanmışlıktan, birbirimize ne güzel örnek olduğumuzun yeni bir kanıtı size)

Makyaj yapınca, oje sürünce ya da kuaföre gidince, beğendiğin bir şeyi alınca yasın bitiyor mu? Bir şey değişiyor mu hayata karıştıkça? Özlemeyi kenara mı koyuyorsun? Sevmekten vaz mı geçiyorsun? HAYIR! Ama, süreçte zihnimiz o kadar çok konuşuyor ki, o iç sese dayanamayıp “Sus artık!” diyorsun, susturamıyorsun. Ta ki, eskiden yaptığın basit şeyleri yapmaya devam ettiğinde yasının değişmediğini görene kadar. Ta ki, zihninin sürekli kendini suçlayan konuşmalar yapmasının önüne nasıl geçeceğini bulana kadar. Bu yüzden, yas tutan, yasıyla yeni tanışanlara kendilerini oyalayacak meşguliyetler bulmalarını öneriyorum. Çalışmak, kursa gitmek, yeni rutinler oluşturmak vb.

7 saate yakın süren sohbetimizde birbirimizden aldığımız çok şey oldu elbette. Beni etkileyen konulardan biri “Biz güçlü müyüz?” sorusu üzerine ettiğimiz sohbetti. Evladını kaybetmiş, bu tarifsiz acı ile geride kalmış olan hangi anne için güçsüz denebilir ki? Ancak, şuna eminim, aslında hiçbirimiz güçlü değiliz, güçlü olmakta istemiyoruz. Keşke, dünyanın en güçsüz insanı olsaydım da bunu yaşamasaydım der hangi anneye sorsanız. Biz, güçlü görünmek, güçlü olmak zorunda kalan anneleriz. Aslında, dayanıklıyız. Acıyla katmerlendik, geliştik. Acı, hayatta karşımıza çıkabilecek her şeye dayanıklı kılıyor bizi. Arkadaşım, bizlerin sorumluluklarını bilen insanlar olduğumuz için bu acıya dayanmaya çalıştığımızı söyledi. Bence çok doğru bir tespit. Çünkü, çevremize karşı sorumluluklarımız devam ediyor. Evli olanın eşine, başka bir evladı olanın evladına, benim İren’ imin anneannesi ve dedesine, işimize, kötü günümüzde yanımızda olan dostlarımıza, kaybettiğimiz çocuklarımıza, halen devam eden annelik kimliğimize sorumluyuz.

Evladını kaybetmiş anneler olarak, bu dünyada hala devam edebiliyorsak, sorumluluklarımızı yerine getirmek için çabalıyorsak ve en önemlisi de yaşadığımız acıyı bahane ederek kimsenin önüne sunmuyorsak, gerçekten kendimizle gurur duymalıyız. Ben, tanıdığım yaslı annelerin hiçbirinden yasını ajite ettiğini duymadım. Ben, tanıdığım hiçbir yaslı annenin yasını bir duygu sömürüsüne dönüştürdüğünü görmedim. Ve, inanır mısınız bilmem, bu acıyı yaşamamış olmalarına rağmen, çevremizdeki bazı insanlar bu sömürüyü yapıyor. Yani, biz yapmazken size ne oluyor dememek elde değil.

Senin halini görmeye dayanamadığım için gelmiyorum diyen mi, konuşurken ağlarım diye seni aramıyorum diyen mi, ben olsam dayanamam sen nasıl dayanıyorsun diyen mi… Ya, siz dalga mı geçiyorsunuz? Sen halimi görmeye dayanamadığın için gelmiyorsun ya canım, sen ağlarsın diye aramıyorsun ya, sen olsan dayanamazmışsın ya… Biz her gün, bu dünyada başımıza gelebilecek en saçma şeyi yaşarken, her gün ağlarken, dayanmaya çalışırken, senin bu cümleleri kurmaya hakkın var mı canım? Ben olsam dayanamam sen nasıl dayanıyorsun diye soruyorsun ya hani, sorma sakın çünkü hiçbirimiz için hayatın garantisi yok! Başına gelir de dayanmak zorunda kalırsan, pişman olursun ağzından çıkan cümleye. Ben bunu dediğim için mi başıma geldi diye bile sorar susmayan zihnin… Ha bir de şey var: Kötü kader diyelim… Hem evlatlarımızın hem bizlerin kaderinin ne kadar kötü yazılmış olduğunu unuttuğumuzu mu sandın bu cümleyi kurarken? Ya seni de bulursa kötü kader? Ya sende evladının yarım kalmışlığı ile eksik kalırsan bir gün, bu kadar kolay çıkabilir mi ağzından bu cümle? Düşün.

Kötü kader, çocuklarımızı ve bizim içinde bulunduğumuz durumu kendine siper edenlerle yollarımızın bir şekilde kesişmesidir belki de! Ne çocuklarımızı, ne de canımızdan kopan canların ardından içinde bulunduğumuz hali kendinize siper etmeyin! En azından buna saygı gösterin!

İren’ cim, sen benimle gurur duyduğunu o kadar çok söylerdin ki, o kadar çok notun var ki “Annişkom seninle gurur duyuyorum!” yazdığın. Bence, sadece sen değil; yasını ve evladının acısını kullanmayan, durumunu ajite etmeyen, duygu sömürüsü yapmayan anneleri ile gurur duyuyor cennetteki tüm arkadaşların. Bence, artık bende kendimle gurur duymalıyım. Bence, artık evladının acısına dayanmaya çalışan, evladına ait olduğu için yasını cesurca sahiplenen tüm yaslı annelerde gurur duymalı kendisiyle. Ben, tanıdığım tanımadığım tüm kız kardeşlerimle gurur duyuyorum.

İyi ki, yavrularımızın kaybının ardından, günlük işlevselliğimize, yaptıklarımıza, yapmadıklarımıza, aldığımız kararlara bahane edebilecek kadar sığ yaşamıyoruz acımızı. İyi ki!


25 Temmuz 2025 Cuma

Yas Tutan Kalbimiz ve Beynimiz Neler Söyler?

Sensizliğimin ikinci yılının ilk günü...

Sensiz geçen bir yılın sonunda (12 ay, 52 hafta, 365 gün, 6 saat) sensizliğimin ikinci eşik yılının ilk günü bugün. Geçtiğimiz bir yılda birçok eşik zaman yaşadım. Okulların açıldığı gün, doğum günüm, 29 Ekim - 10 Kasım gibi seni hep sahnede gördüğüm törenler, yılbaşı, ara tatiller, doğum günün, iki bayram, anneler günü, takvimime yeni eklenen ‘yas tutan anneler günü’, bale resitali günü, karne günü, şampiyonluk günü, yaz tatili ve finali, adını koyamadığım, o gün ile yaptım (yani dün). Yaptık aslında. Sen olmasan ne kadar yapılabilirdi bilmiyorum. 

Her gün aynı yokluk, eksiklik, aynı acı, hüzün, gözyaşı, keder… Aynı yas. İki temel farkla… Birincisi, bu 365 günde gözünü açtığın her yeni güne bir öncekinden daha fazla özlediğini hissederek başlıyorsun. Dolayısıyla her yeni gün özlemle mücadele etmek demek. Bu savaşı kazanan anne görmedim henüz. İkincisi, yanında, dizinin dibinde, bir telefon kadar uzağında olmadığını bildiğin çocuğunu, her yeni günde daha çok severek uyanıyorsun. Tıpkı bu dünyadayken olduğu gibi. Sevgi büyüyor bir şekilde, uzağında da olsa büyütebiliyorsun evlat sevgisini. 

Kalp öyle bir organ demek ki; sevgiyi büyütürken yokluğunu asla kabul edemeyen. Beyin ise daha farklı. Yokluğu kabul etmeye çalışırken yorgun düşüyor. Zaman zaman, kendi deyimimle, ‘veriler alınamıyor, sinyaller kopuyor’. E haklı tabii. Çünkü beyin hiç dinlenmiyor. 365 gündür, geceleri uyku moduna geçip dinlenmesi gerekirken ya uykuya direnen annenin keyfini bekliyor ya da uyurken bile kaybını düşünen anne ile mücadele ediyor. Tam kabul eder oluyor, içerden ‘Olamaz!’ diyen kalbin sesini duyuyor. Haydaaa sar başa! Beynin mücadelesi çok anlayacağınız. Çünkü anneler biliyor ki, eğer kendilerini, beyinlerini meşgul edecek bir şey bulamazlarsa o şahane çılgın cevapsız sorular zihinlerini kemirmeye başlıyor. O sorular saldırdığında kalpte küsüyor: ‘Bu kadar büyüttüm yanında hissetmediğin çocuğunu içimde şimdi sen neden beni en başa götürüyorsun, yumruğun kadar organım, yorulurum bak’ diyor. 

Görüyorsun ki kalbinin, evladının yokluğu ile kurduğu bağ azalmaya başlıyor hemen devreye zihnini oyalayacak, onu cevapsız soruların saldırısından koruyacak birtakım meşguliyetler bulmaya başlıyorsun. Online’da sepete bir şeyler atmak, yetmezse mağazaya gidip kabinde denemek, konsantrasyon gerektirmeyen kısa videolar, diziler izlemek, odaklanabilirsen kitap okumak, bir eğitime katılmak, yani ben french oje sürüp, çizgileri birbirine eşit olmadı diyerek defalarca çıkarıp saatlerimi buna harcadığımı bilirim… Her şey olabilir, ucu bucağı yok. Anlamlı olup olmadığı fark etmez. Yeter ki sorulara değil başka bir şeye odaklanalım. 

Anlayacağınız, bu sarmal içinde iki ileri bir geri, bir kalbime bakayım bir beynime derken yasın iki temel taşı ile tanışıyor, onları sanki bunca yıl sana ait parçalar değilmiş gibi yeniden tanıyorsunuz. 

Yasın ikinci eşik yılında, kalbimiz ve beynimiz neler söyleyecek göreceğiz. Ayrılmaz iki parça gibi görünseler de, kalp ve beyin ayrı şeyler söylüyor. Beyin insanı kemiriyor. Kalp, bu acıya rağmen, genelde güzel şeyler söylüyor. O yüzden, ben ilk yılda kalbi daha çok sevdim. Çünkü orda İren en güzel haliyle büyümeye devam ediyor.

 


22 Temmuz 2025 Salı

GBS' yi Tanıyalım!

Guillain-Barré Sendromu kas zayıflığı, yüz, kol, bacak ve vücudun diğer pek çok bölgesinde karıncalanma, uyuşma, refleks ve his kayıplarına neden olan, tedavi edilebilir (EDİLEMEDİ!) nörolojik bir hastalıktır. Her yaşta görülebilir ve toplumda görülme sıklığı 100 binde 1’dir (GELDİ BİZİ BULDU!). Erkeklerde kadınlara oranla 1.5 kat daha fazla rastlanır (KIZIM VARDI!). Genellikle hastalığın başlangıç döneminden 1-2 hafta önce hastalarda viral veya bakteriyel enfeksiyonlar (Campylobacter jejuni), üst solunum yolu enfeksiyonu ve gastroenterit (BU TEŞHİSLERİ DOĞRUYMUŞ, NASIL OLDUYSA!) benzeri bir hastalığın öyküsü bulunur. Bağışıklık sistemi bozukluğuna bağlı, akut başlangıçlı olan GBS bir tür gevşek felç hastalığıdır. GBS’de vücudun bağışıklık sistemi, kendi sinir sistemi hücrelerine saldırır. Sinirlerin etrafını kaplayan bir tür kılıf olan miyelin dokusu tahrip olur. Bunun sonucunda sinir iletiminde sorun ortaya çıkar ve kişinin vücudunu kontrol etmesini zorlaştıran nörolojik semptomlar baş gösterir. İlerleyici bir hastalık olması sebebiyle erken tanı ve tedavi son derece önemlidir (SÖZDE KALDI!).

Henüz net olarak sebebi saptanamayan GBS hızla yayılma eğilimi göstererek hayati risk oluşturabilir (TEDAVİSİ VAR, MERAK ETMEYİN DENDİ!). GBS kol ve bacakların uç kısımlarında simetrik uyuşma şikayeti ile başlar. Bazen hastalığın ilk dönemindeki uyuşmalara güçsüzlük eşlik etse de genellikle güçsüzlük hissi sonraki günlerde eklenir (SONRAKİ DERKEN?). Bu aşamada şikayetlere yutma ve solunum zorluğu, yüz felci eşlik edebilir. Kol ve bacaklarda görülen uyuşma ve güçsüzlük, bölgesel olarak artabilir. Oldukça hızlı ilerleyen GBS, yaklaşık dört hafta içinde maksimum ilerleme kaydeder (ELBETTE, BU DA TUTMADI! AKŞAM ACİLE YÜRÜYEREK GİRDİK, ERTESİ AKŞAM MORGDAN ÇIKTIK!). Hastaların yaklaşık olarak yarısı yürüyemez hâle gelirken 3'te 1'i de solunum desteğine ihtiyaç duyar. Otonomik bulgular olarak adlandırılan ortostatik hipotansiyon, hipertansiyon, aritmi gibi bulgular ortaya çıksa da hastaların yarısı tamamen iyileşir (HMMM… ANLADIM!). Kalıcı sinir hasarı ve ölümle sonuçlanan vakaların oranı ise yüzde 4-7 aralığındadır (TABİİ Kİ 100 BİNDE 1 GÖRÜLEN NADİR HASTALIĞIN %4’ LÜK ÖLÜM ORANINI DA SAHİPLENMEMİZ GEREKİYORDU!).

Nadir görülen ve bir tür sinir hastalığı olan GBS hastalığında, omurgadan çıkarak tüm vücut bölgelerine duyu ve motor iletimini sağlayan sinirler, vücudun kendi savunma mekanizması tarafından tahrip edilir. Bunun sonucunda sinir sistemine bağlı olarak pek çok rahatsızlık gelişir. Hemen hemen tüm yaş gruplarında görülse de, yaşla birlikte hastalığın görülme sıklığı da artar (12 YAŞINDA OLDUĞUNU HATIRLATAYIM!). Sıklıkla gastrointestinal sistemde var olan Campylobacter Jejuni, Helicobacter Pylori (KANDAKİ ENFEKSİYON DEĞERİ REFERANS ARALIĞINI AŞMADIĞINDAN HERHANGİ BİR KÜLTÜR YAPMA İHTİYACI DA DOĞMADI ELBET!) ve solunum yollarında Mycoplasma Pneumoniae, GBS hastalığının sık görülen etkenleri arasındadır.

GBS teşhisi, fiziksel muayene (GÖZÜMÜN ÖNÜNDE YAPILMAMIŞ OLSA, ATTI P... DİYECEĞİM! “NÖROLOJİK BİR DURUM OLDUĞUNU DÜŞÜNMÜYORUM.” DEDİ! SEN DÜŞÜNMEZSEN BEN NASIL DÜŞÜNEYİM!) ve ileri düzey testlerle konulur. Bu testler arasında EMG (SEN SONA KALDIN TABİİ, MALUM NADİR HASTALIK, ÖNCE YÜKSEK OLASIKLAR EKARTE EDİLDİ, KAN-MR-ULTRASON-GÖZ MUAYENESİNE KADAR…) ve belden sıvı alma yer almaktadır. Bu yöntemler, sinir sistemi üzerindeki etkileri ve hastalığın seyrini belirlemede kritik rol oynar. Erken tanı, GBS tedavisinde büyük önem taşır (BURDA HAK YEMEYEYİM, ACİLDEKİ TIRT DEĞİLDE, ÇOCUK DOKTORU, BEYİN CERRAHI VE NÖROLOG BİRKAÇ SAAT İÇİNDE TANIYI KOYDU!). Tedavi genellikle plazma değişimi (plazmaferez) ve intravenöz immün globülin (IVIG) (ADINI ÇOK DUYDUK O GÜN AMA SENİNLE TANIŞAMADIK!) uygulamaları ile yapılır. Bu tedavi yöntemleri, bağışıklık sisteminin sinir hücrelerine verdiği zararı ve ölüm riskini azaltmayı hedefler (SADECE HEDEFLEYEBİLMİŞ YANİ!).

GBS’nin iyileşme süreci aylar hatta yıllar sürebilir. Hastalığın durumuna göre yatarak ya da yoğun bakım ünitesinde (İŞTE BU İNCE ÇİZGİ! ÇOCUK YOĞUN BAKIM OLAN KAÇ HASTANE VAR KOSKOCA İSTANBUL’DA? OLANLARDA YER VAR MI PEKİ? DOKTORLAR BULAMIYOR, 112’ DEN CEVAP GELMİYOR, İNSANLAR KENDİ ÇABALARI İLE ARAYA TANIDIKLARINI SOKARAK, BELKİ DE BAŞKALARININ TEDAVİ OLMA HAKKININ ÖNÜNE GEÇEREK HASTANELERDE YER BULUYOR! BEN BİR ANNE OLARAK KIZIMI EMG ÇEKİLİRKEN YALNIZ BIRAKIYORUM. SIRADAN BİR VATANDAŞ OLARAK, AKLIMA GELEN TANIDIKLARIMI ARIYORUM, ONLARDAN CEVAP GELENE KADAR ÖZEL HASTANELERİN TELEFONLARINI INTERNETTEN BULUP “SİZDE ÇOCUK YOĞUN BAKIM ÜNİTESİ MEVCUT MU?” DİYE SORUYORUM. HAKKIM SAĞLIK SİSTEMİNE DE HELAL DEĞİL!) yatarak tedavi edilen GBS hastalarının düzenli olarak solunum, nabız ve tansiyonu izlenir. Hastanın durumunun kötüleşmesini ve olası enfeksiyonların kişiye bulaşmasını engellemek için sıkı önlemler alınır. Hasta nefes alıp vermede zorluk çekiyorsa suni solunum cihazına bağlanarak solunumu düzenlenir. Bu esnada hastanın kanı damardan alınarak bir makine aracılığıyla özel bir filtreleme işleminden geçirilir ve tekrar vücuda geri verilir. Plazmaferez olarak adlandırılan bu işlem ile kanda bulunan ve sinir dokularına zarar veren otoantikorlar temizlenir. Intravenöz immünglobulin (IVIG) işleminde ise sağlıklı ve saf antikorlar hastaya damar yolundan verilerek otoantikorların sinir hücrelerine zarar vermesi engellenir. Bu iki tedavi yönteminden birisi ya da her ikisi hastane koşullarına, hastanın eşlik eden hastalıklarına bağlı olarak seçilir. Bazen hasta iyileştikten sonra GBS tekrarlayabilir. Ortaya çıkan semptomların ilerlemesi yaklaşık olarak 30 gün kadar sürer (KUSMADAN BAŞLARSAK 6 GÜN DİYELİM BUNA!). Bazı hastalar kalıcı hasarlarla karşılaşabilir ve ölümle sonuçlanabilir (ÖLÜMLE SONUÇLANDI!). Erken teşhis ve tedavi, hastalığın seyrini olumlu yönde etkileyebilir (TEŞHİS EDİLDİ DE NE OLDU, TEDAVİYE BAŞLANAMADI!).

GBS dört alt gruba ayrılır:

  • AIDP: Akut Inflamatuvar Demiyelinizan Poliradikülonöropati, GBS'nin klasik formu olup toplam vakaların %90'ını oluşturur. Öncesinde hastalığı tetikleyen bir enfeksiyon bulunur. Belirtileri simetriktir ve çoğunlukla ayak parmakları, ayak ve bacaklardan başlar. Kan basıncında düzensizlik, aritmi ve taşikardi otonom bulgular arasında yer alır.
  • AMAN: Akut Motor Aksonal Nöropati vakalarının %75'inde C. Jejuni bakterisinin neden olduğu enterit vakası görülür. Çocuk ve genç yetişkinlerde sıklıkla görülen AMAN, erken dönemde solunum tutulumuna yol açar.
  • AMSAN: Akut Motor ve Duyusal Aksonal Nöropati klasik tipe göre daha nadir olarak rastlanır. C. Jejuni bakterisi etken olmakla birlikte bir enfeksiyonu takiben ortaya çıkar. Klinik seyri hızlıdır. Motor ve duyusal sinirlerde tahribat görülür. Hastalığın ilerleyişi AMAN'a göre daha kötü olmakla birlikte tam iyileşme 1 yılı bulabilir.
  • MFS: Miller-Fisher Sendromu genellikle üst solumun yolu enfeksiyonu ve C. Jejuni bakterisinin neden olduğu enterit sonrası görülür. İyileşme genellikle birkaç hafta ya da birkaç ay sürebilir.

Kas güçsüzlüğü ve felç ile seyreden klinik bir tabloya sahip GBS genellikle yavaş ilerlemesine rağmen (BİZ GENELLEMELERE UYMUYORUZ!) bazı vakalarda hızla kötüleşerek hayati tehlike oluşturabilir (BİZ “BAZI”LARA UYUYORUZ!). Başlıca belirtiler arasında kas güçsüzlüğü, refleks kaybı, yutma ve yürüme güçlüğü (BUNCA BELİRTİ ARASINDA TEK OLAN!), kas ağrısı, kalp ve solunum durması gibi ciddi tablolar bulunur. Bu belirtiler diğer nörolojik hastalıklarla karışabileceği için tanı süreci başlangıçta zorlayıcı olabilir. Beyin ve omuriliğin yer aldığı merkezi sinir sisteminin etkilenmediği hastalığın belirtileri şöyledir:

  • ·       El, kol, bilek ve parmaklarda iki taraflı olarak karıncalanma, iğne veya uyuşukluk hissi (“ELİM UYUŞUYOR” DEDİ SADECE BİR KERE!)

  • Ayak, ayak bileği ve parmaklarında simetrik olarak karıncalanma, iğne ya da uyuşukluk hissi
  • Duyu bozuklukları
  • Yürüme güçlüğü (EN BÜYÜK BELİRTİ AMA BELİRTEMEDİ!) veya merdiven çıkma yetersizliği
  • Kol ve bacaklarda konum duyusunun kaybı
  • Düşük ya da yüksek tansiyon
  • Solunum güçlükleri
  • İdrar yapma ve tutmada güçlük
  • Kalp ritim problemleri
  • Yutma güçlüğü
  • Konuşma bozukluğu

Kol veya bacaklarda ilerleyici kas kuvvetsizliği, muayenede reflekslerin alınamaması tanı için gereklidir (TANIYI KOYDULAR SONUNDA!). Hastalık hızla ilerleme gösterir (NORMAL BİR HIZ DEĞİL, JET HIZI!)  ve olguların yaklaşık yarısı 2 haftada, %90’ı 4 haftada maksimum etkilenmeye ulaşır (4 HAFTA DİYOR! İNANILIR GİBİ DEĞİL!).

GBS hastalarında sık vital kapasite ölçümleri veya solunum fonksiyonları takibi yapılmalıdır ve gerektiğinde hızla (HIZLA DERKEN… İSTANBUL’ DA 3-4 SAAT!) yoğun bakım ünitesine transfer edilmelidir (BAK BİR İNCE ÇİZGİ DAHA! 112 DER Kİ “TRANSFER İÇİN GELMEMİZ 3-4 SAATİ BULUR.” YİNE KENDİ ÇABANLA ÖZEL AMBULANS İSTERSİN. 45-50 DAKİKA SONRA, KATA BİR GÜVENLİK GÖREVLİSİ GELİR “ARYA İREN YILDIRIM, AMBULANS HAZIR” DER. ARTIK ÇOK GEÇ! ARYA İREN YILDIRIM’I GERİ DÖNDÜRMEK İÇİN 40 DAKİKADIR UĞRAŞIYORLAR!). 

Hastalığın seyrini etkileyen başlıca faktörler, yaşın 50’nin üzerinde olması (12!), solunum desteği gereksinimi, tedavi başlandığı sırada kuvvet kaybının fazla olması, başlangıçta hızlı ilerleme ve öncelik eden belirli enfeksiyonlardır.

Hastaların %10-15’inde kalıcı bulgular olabilir. Mortalite pnömoni, pulmoner embolizm, otonomik tutuluma bağlı kardiyak (O GÜZEL KALBİN NASIL DURDU? NASIL DURUR?) nedenlerle %3-7 (BU RAKAMLAR HEP YALAN!) oranında görülür.

Siz bu okuduklarınıza inanabiliyor musunuz?

Tüm olmazları bir araya getirerek, kızımı benden aldığın için…

Senin ben …… hayat!

 

 

 

10 Temmuz 2025 Perşembe

Anne-Kız Ufak Bir Sohbet Etmeyelim Mi?

Aldım seni karşıma… O sevimsiz tabutu bile sevimli hale getiren fotoğrafınla baş başa yazıyoruz bu yazıyı… Tam karşımda ol istedim… Gözlerine bakarken, “Gözlerine kurban olurum senin” derken sana burada, sensizlikte buluştuğumuz anneleri ve güzel evlatlarını anlatmak istedim… Ne olur kızma… Kıskanırsın bilirim… Kuzenin Burak Abini yolcu ederken, “Paşam seni çok seviyorum” dediğim gün gözlerimizin seninle buluşma anı geldi aklıma… “Eyvah!” dedim içimden… Gıdını şişire şişire “Sen Burak Abi’ yi benden çok mu seviyorsun?” diye sordun… Ya, ben senden çok kimi sevdim ki bu dünyada deli çocuk! Birde, akşam sofra sohbetlerimizden birinde öğrencilerimi anlatırken “Benim çocuklar” demiştim. Diktin o koca gözlerini, “Senin çocuğun benim, onlar değil” deyip sitem etmiştin… Sonra “Benim okuldaki çocuklar” oldu adları… İrennnnn… Şimdi biliyorum ki, olduğun yerde kıskançlık gibi dünyevi duygular yok… Sonsuz bir sevgi var… Senden sonra, kalbimin bedenimde yer değiştiğini hissettiğim o ilk günlerde, haftalarda evladını kaybetmiş bir anne gelse ve bana ne yaşayacağımı anlatsa dedim çokça. O kadar eksikliğini hissettim ki bir bilenin, bu bilinmezliğin içinde klişeleşmiş “Geçecek”, “Zaman” gibi kelimelerin dışında bir şey söylemesini… İşte bu evlat kaybı yaşamış bir anneye ulaşamama hali bende yeni bir şey oluşturdu İren’ ciğim. Evladını kaybeden her anneye artık ben ulaşmalıydım. Bir misyon değil bu, hepsine ulaşmakta mümkün değil. Zaten ne çokmuş, anlayamıyorum… Hep mi böyleymiş, yoksa şimdi algıda seçicilik mi yapıyorum onu da bilmiyorum bebeğim. Bizim bir anneler grubumuz var, aslında daha çok sayımız ama bu küçük grup dahil olmak isteyenler ile kuruldu… Diğer anneler ile bireysel haberleşiyoruz… İren’ ciğim sen iyi ki ön yargılı olmadın hiç… İyi ki öyle bir duygu ile tanışmadın… Kötü bir şey… Bazen yeni arkadaşlarımı anlatınca tepkiler geliyor… “Konuşmasan mı?”, “Görüşmesen mi?”… Çok iyi niyetle tabii, iyi gelmeyeceğini düşünüyorlar… Yani, anneannen ve deden bile gizli gizli konuşmuşlar bunu aralarında… Ama bana söyleme cesaretinde bulunmamışlar… Yolu bana bırakmışlar… Sanıyorlar ki biz birbirimiz ile sadece yas ve acı konuşuyoruz… Yok vallahi yok… Biliyor musun Balım, senden sonra strese bağlı olarak büyüyüp elime gelen kitleler için o annelerden biri ikna etti beni doktora gitmem için… Oysa en yakın dostlarım defalarca doktora gitmemi söylemişti, anneannen çaresizce beni kimin doktora gitmeye ikna edeceğini bulmaya çalışıyordu… Biliyor musun Balım, seni ve beni çok iyi tanıyan bazı (eski) yakınlarımız aramazken, o anneler ansızın telefon edip “Sesini duymak istedim” diyor… Biliyor musun Balım, bazı akşamlar dışarda olup sesim çıkmayınca, anneannenden önce onlar yazıyor merak ettik seni diye. Hepimiz böyleyiz, sanki sizlerle doğan boşluğu birbirimizle dolduruyoruz… Birimiz üzülünce hepimiz üzülüyoruz, güzel bir haber alırsak hepimiz seviniyoruz… Bazen düşünüyorum, farklı şekilde tanısaydım bu anneleri yine dost olur muyduk diye? Keşke bu acının içinde tanışmış olmasaydık… Evet, eski arkadaşlarımız acıyı paylaşıyor, elinden gelen desteği gösteriyor ama empati yaparak anlamaya çalışıyorlar bizleri… Yaslı annelerin ise empati yapmasına gerek kalmadan, tanıdığı yaşadığı bildiği yerden konuşuluyor her şey… Yasın içinde bana en iyi gelen şeylerin başında bu anneler, kız kardeşler… Ve ben hep şunu hayal ediyorum İroş… Bizler, sizsiz kaldığımız bu dünyada nasıl buluştuysak, sizlerin de orda buluştuğunuzu düşünmek rahatlatıyor beni… Evet, şimdi itiraf kısmına geldim… Bak sakın kıskanma deli kız! Hepinizi İren’ imiz, Ayşe’ miz, Ali’ miz diyerek anıyoruz… Ohhh vallahi söyledim rahatladım… Bazen seni onlarla hayal ediyorum dedim ya, yani tahminim yakışıklı abilerin yanından ayrılmadığın yönünde 😊Onların annelerinin tahmini de hepsinin sana ve senin gibi tatlı suratlara abilik yapıp, koruyup kolladığı yönünde… Bazıları ile rüyamda bile gördüm seni… İşte buluştunuz… Biliyorum ben… Bir gün orada hepimiz buluşacağız Balım, hepinizi çok seviyoruz, ben tabii en çok seni, çok çok seni seviyorum… Yanlış anlaşılma olmasın… Küsersin rüyama gelmezsin filan… Seninle böyle deli deli, eğlenceli, şakalaşarak sohbet etmeyi de çok özlemişim aşkım… Ne iyi geldi bir bilsen… Seni çok seviyorum, her şeyini manyak gibi özledim… Çok özledim… Çok çok çok… Orda hep mutlu ve huzurlu olun, sizi çok sevdiğimizi unutmayın! Sana sımsıkı sarılıyorum ve son rüyamızdaki gibi sesli sesli kocaman öpüyorum seni defalarca…