1 Aralık 2025 Pazartesi

Cevapsız Sorular

 “Sakın isyan etme günah!” ile başlayan her cümleye isyan ediyorum!

İsyan etmek, sözlükte ‘itaat etmemek, emre boyun eğmemek ve ayaklanmak’ olarak tanımlanıyor.

Bu ‘günah ölçerlerin’ gözden kaçırdığı bir durum var ki evladını kaybeden annelerin isyanı emre boyun eğmemekten kaynaklanmıyor. 

Boyun eğmesek ne olacak? Geri mi gelecek yavrularımız? İstemeye istemeye bu durumu kabul edip, boyun eğmek durumundayız yani. 

Bizim isyanımız, dünyaya! 

Dünyanın adaletsizliğine… 

İnci gibi baktığımız çocuklarımızın yanımızda olmayışına… 

Dünyada bu kadar, hırsız, katil, cani varken neden benim yalan bile söyleyemeyen, saf çocuğum, Balım, İren' im yanımda değil diye sormak günahsa… Razıyım bu günaha! Bedelini öderim. 

Zaten, neyin bedelini ödediğimin cevabını da henüz bulmuş değilim! 

Hastane koridorunda kurduğum ilk cümlelerimden biriydi: “Ben ne günah işledim de başıma bu geldi?” 

Bulamadım cevabını… İki kişilik dünyamızda, kendi halinde yaşayan anne-kızdık oysa ki... 

Benim ödemem gereken bir bedelse bu, benden çıksaydı, benim canım çıksaydı… 

Çıktı da zaten… 

Gidenler için “vefat etti” denirken, huzurlu bir yerde olduklarına inanılırken; geride kalanlara, tüm huzuru kaçmış “yaşayan ölüler” deniliyor… Üstelik, bu dünyada var olmaya devam ettikçe, bir daha huzuru bulamayacağımız da biliniyor… 

Nefes alıyorsun, aldığın nefese pişman oluyorsun… Hayatın doğal akışında ilerlemeye çalışırken, ansızın “Ben ne yapıyorum?” diyorsun. Hak ediyor muyum onsuz yeni bir yer görmeyi, yeni bir şey almayı, sohbet etmeyi, gülmeyi, bir şey yemeyi, içmeyi… İçtiğin su bile mezarının başında suladığın çiçekleri hatırlatırken… 

“Ben ne yaşıyorum, ne yapıyorum?”

Bu cevapsız sorulardan çok sıkıldım bu aralar. 

Bir cevabı olsa içim rahatlar mı peki? Sanmıyorum. 

Hangi cevap, evlat yokluğuna mantıklı bir açıklama yapabilir ki? Hangi cevap bu özlemi dindirebilir ki? Hangi cevap, anne yüreğine su serpebilir ki?

Kayboldum… 

Koca dünyada kendime yer bulamıyorum… Hiçbir yere sığamazken, yaz-kış, sıcak-soğuk demeden, balkonun bir köşesine, “yas köşeme” sığmaya çalışıyorum her akşam... Sevgisi, özlemi, acısı, anıları, varlığı, yokluğu ile... Aslında, yine İren ile 💓 


“Bir çocuğun ölümü, dünyaya sorulmuş cevapsız bir sorudur.” diyor Dostoyevski.

Dipsiz bir kuyunun derinliklerinde, cevapsız soruların yanıtlarını ararken kayboluyor insan... 


30 Kasım 2025 Pazar

Gerçek Neydi?

Gerçek neydi?

Doğum muydu, ölüm müydü?

İkisi arasında geçen zamanda yaşananlar, anılar mıydı yoksa ölümden sonra geride kalanın yaşadıkları mıydı?

Gerçek, fotoğraflara bakarken sanki o zamanların gerçekliğini reddedermişçesine başını sallamak, gözünü resimlerden kaçırmak mıydı?

Gerçek, her zaman oturduğu koltukta, yatağında, çalışma masasında onu görmeyi beklerken görmemek miydi?

Gerçek, bilmediğin bir yerde başlayan hikayenizin, yine bilmediğin o yerde sonlanması mıydı? Ya da o yerde devam edecek olması mıydı? Buna inanmak mıydı gerçek?

Gerçek, sık sık “böyle bir şey olmuş olabilir mi?” diye kendine sorarken, o acı gerçeği ağzından çıkaramamak mıydı? Cevapsız bırakmak mıydı bu soruyu?

Ayrıca, yine sık sık “biz o 12 yılı birlikte yaşadık mı?” diye sormak mıydı kendine? Cılız bir “evet” cevabını fısıldamak mıydı özlemekten sızlayan kalbine. O “evet” diyen iç sesini duyduğunda, “peki şimdi nerde, ne oldu, neden oldu, böyle bir şey oldu mu hakikaten?” diye ardı arkası kesilmeyen soruları sorup, yine cevap verememek miydi?

Gerçek neydi? 


Benim bildiğim ‘gerçek hayatlarda’ çocuklar annelerinden önce ölmüyordu oysa ki. Demek ki bu yaşıma kadar bildiğim hiçbir gerçek yokmuş bu dünyada! Sahte bir şeyin içinde yaşamışım bunca yıl. Ama, o sahteliğin içinde, bildiğim bir gerçek vardı, SEN!

Sensiz kalan hayatım ne kadar gerçek olabilir ki?

Gerçek diye bir şey yok!

Her şey yalan!


29 Kasım 2025 Cumartesi

Yas Tutan Evladının Acısıyla Yaşamak

“Evladını kaybeden bir annenin acısıyla, yasıyla aynı evde yaşamak nasıl bir şey?”

 

İroş’um,

Bugün cumartesi. Genelde haftasonlarını anneannen ve dedenle geçirmek istiyorum. Senin öğrettiğin gibi dayanışma içinde. Bugün de öyle oldu. Birlikte yola çıktık, biraz dolaştık. Dedeciğin yanımızdan ayrılınca, anneannen ağlamaya başladı. Hepimiz saklıyoruz birbirimizden gözyaşlarımızı ama bazen tutulamıyor. Ağlayan suçlu hissediyor kendini diğerini de üzmekten korktuğundan.

“Neden ağlıyorsun?” diye sordum anneannene. Uzun bir sessizlik oldu. “Bana bu gözyaşların değil mi?” dedim. Başını sallayabildi sadece.

“Haklısın, ağlanacak haldeyim.”

“Hepimiz.”

“Evladını kaybeden bir annenin acısıyla, yasıyla aynı evde yaşamak nasıl bir şey?” dedim. “Seninle böyle bir video çeksek, sen anlatsan ve paylaşsak” teklifimi redetti “Ben anlatamam, sen yaz” diyerek.

Anneannende bir anne. Evlat kaç yaşında olursa olsun, evlat işte! Hiç büyümeyen, bu acının içinde bile büyümüş olunacağı kabul edilemeyen.

Senden sonra ki, ilk aylarda, belki de en sinirlendiğim kişiydi anneannen, yani annem! Her şefkat gösterdiğinde, her soru sorduğunda, her şunu yer misin bunu içer misin, onu mu hazırlayayım bunu mu pişireyim dediğinde, anneannene bana annelik yapmaya devam ettiği için sinirleniyordum. Önceleri sessizce cevap veriyordum, suskunluğumdan anlar diye; sonraları hayata, gidişine olan tüm öfkemi ondan çıkarırmışçasına “Sorma”, “Gelme”, “İlgilenme” diyerek kalbini kırıyordum. Ama her kötü olduğumda da onun şefkatine sığınıyordum.

Bir gün dürüstçe konuştum. Bu içten davranışlarının bana iyi hissettirmediğini, benim “Ne istersin?” diye soracağım evladım yokken onun anneliğinin devam ediyor olmasının bana fazla geldiğini anlattım. Evlatları hayatta olduğu için benden çok daha şanslı bir kadın olduğunu da ekledim.

Ağladı anneannen, zaten bilirsin ki gözünün ucundadır hep yaşları. Alınmadı, kırılmadı, kızmadı. Ne yapması gerektiğini bilemediğini, ben nasıl davranmasını istersem öyle yapacağını söyledi ve böyle hissedebileceğimi düşünemediği için özür diledi bir de üstüne.

Anneannen, anneliğin ne olduğunu hatırlattı bana bir cümlesi ile.

Benden çok daha şanslı bir kadındı ama bugünkü sohbetimizde gördüm ki pek öyle değilmiş.

Evladını kaybeden bir annenin annesi olmakta çok zormuş.

16 ayın sonunda, halen geceleri ben uyumadan uyumuyor mesela. Ve tilki uykusunda, “gık” desem yanı başımda buluyorum onu. “Ben buradayım” diyor. İlk zamanlarda, bir bebeği uyutur gibi dizlerine yatırarak uyutuyordu beni. Geceleri, nefes alamadan boğularak uyandığım her anda, elinde bir bardak su ile bekliyordu başımda. Attığım bilinçsiz çığlıklara çaresiz gözyaşları ile eşlik ediyordu. Donuk bakışlarımı boş duvarlara kilitlediğimde, “Ambulans” demesiyle kendime geliyordum (çünkü hiçbir anne evladı için ‘gelmeyen’ ambulansı beklememeliydi!).

Siz, uyurken ağlayan birini gördünüz mü hiç? 

Benim annem, uykusunda ağlayan kızını izliyor uzun zamandır. Ve uyandırmakla uyandırmamak arasında ikilemde kalıyor çünkü eğer İren’ li bir rüya görüyorsam ve uyandırıldıysam nasıl kızacağımı biliyor.

Evladını kaybeden sadece ben miyim bu çatının altında?

Anneler, evlatlarının her derdine derman olmak ister ve çoğunlukla bir yolunu da bulur. Bu derde derman olamamak bir anne için çok sarsıcı değil mi?

Yas çaresizliğine, çare olamadan eşlik eden bir anne, nefes almaya devam eden evladının da yasını tutmaz mı?

‘Anneannesi’ senin cümlelerin ile bitireyim:

“Evladını kaybeden bir annenin acısıyla, yasıyla aynı evde yaşamak nasıl bir şey?”

“Daha önce görmediğin şeyleri görüyorsun. Evde herkesin buluştuğu sofrada buluşmamak gibi, derin bir sessizlik içinde oturmak gibi, uykusunda ağlayan birini görmek gibi… Çok şey yapmak istesende ne yapacağını bilememek gibi… Bir şeyler söylemek istesende doğru zaman mı emin olamadığın için susmak gibi… İlk defa böyle bir şey yaşıyoruz, kimse yaşamasın, bu son olsun… Seninle görüp öğreniyoruz ama bilemiyoruz… Hem torununun yokluğuna, hem evladının haline üzülmek, iki taraflı acı. Seni üzmemek için gözyaşlarını saklamak gibi, tutamayıp belli ettiğinde hem sana hem İren’ e karşı kendini suçlu hissetmek gibi… Anneni üzdüm diye ondan özür dilemek gibi… Anlatması çok zor, şahit olup yaşaması da… Ne gidenine, ne kalanına bir anne olarak derman olamamak ruhumu yaşlandırdı…”

Senin ruhun, enerjin hepimizden genç ‘anneannesi’

(Yeterince ağladıysak, tatlı bir anı tebessüm olsun yüzümüzde… “Anneannesi, İren mamasını nasıl yedi bak…” “Anneannesi, İren ne yaptı biliyor musun?” gibi cümleleri sık duyduğundan olsa gerek; konuşmaya yeni başladığında, İroş, ‘anneanne’ yerine ‘anneannesi’ diyerek seslenirdi anneannesine.)

Seni çok seviyoruz ‘anneannesi’

22 Kasım 2025 Cumartesi

İren' li Hayaller

Kaç tane İren var hayatımda, gittiği günden beri…

Kaç tane İren’ li hayalim var, gittiği günden beri…


Bazen, İren’ den bahsederken, geçen seneyi sanki o varmış gibi anlattığımı fark ediyorum. 7. sınıftayken şöyle yapmıştı derken buluyorum kendimi. Oysa, kitaplarını bile aldığımız, 7. sınıfa başlayamadı ki…

Özellikle pazar sabahları, derinden hissediyorum yokluğunu (belki de bu yüzden pazarları hiç çıkmak istemiyorum yataktan)… Güzel bir pazar kahvaltısı hazırlamak istiyorum ona. Kahvaltı hazır olduğunda, odasına gidip koklayarak ve gıdısından öperek, “Hazır kahvaltı, senin sevdiğin gibi yaptım yumurtayı.” demek istiyorum. Çaylarımızı keyifle içmek, beraber TV izlemek, kitap okuma saatlerimize devam etmek; O, ödevlerini yaparken evi toparlamak, “Anne, akşama hamburger yapalım mı, yanına da patates kızartalım mı?” demesini duymak istiyorum. Ne kadar basit hayaller değil mi? Maalesef, artık sadece hayaller 😞

Hafta içinde, her “Geç kalacağız, hadi uyan artık” dediğimde, “5 dakika daha” desin istiyorum. Bir zamanlar duymaktan bıktığım “5 dakika daha” cümlesini bile özlüyorum. Onunla 5 dakikamın daha olması için neler vermezdim.

Bazen, şunu hayal ediyorum... Yılda bir kere 5 dakika izin verilse görüşmemize... Hızlıca, oralarda ne halde olduğunu anlatırken duysam sesini, sarılırken çeksem kokusunu içime, öpmelere doyamasak birbirimizi... Saçlarını okşarken dokunabilsem yüzüne...   

İren bu hastalık ile karşılaşmamış olsaydı, her şey eski rutinimizde devam edecekti. Birinci hayalim bu… Gittiği günden beri, hayatımda bıraktığı izler ve devam eden yaşanmış varlığı ile…

İkinci hayalim ise, hastalığının tedavi edilmiş olması ile başlıyor. Sonrasında, uzun süre alması gereken fizik tedavi sürecinde okula devam edemeyeceğini düşünüyorum ya da çekeceği ağrıları, yaşayacağı psikolojik travmayı. Bu hayali, acı çekeceğini düşündüğüm için sevmiyorum. Ama, ne olursa olsun yanımda olacaktı… Belki de bencillik bu. Geride kalanın, kendini düşünme hali… 

Üçüncü hayalimde, İren’ i okula, tekerlekli sandalye ile getirdiğimi düşünüyorum. O kadar merhametli arkadaşları var ki, İren’ e nasıl destek olabileceklerini tahmin edebiliyorum. Bu hayali, bir öncekine göre daha çok seviyorum çünkü hem yanımda olacaktı, hem hayatta, hem de okulunda… 

Dördüncü hayalim, şu an olduğu yerde tezahür ediyor. Cennetini hayal ediyorum İren’ imin. Merakla, özlemle, sevgiyle, gözyaşı ile… Mutlaka Galatasaray ve ayran vardır içinde 😊 Ve tabii ben 💜

Gittiği günden beri, hayatımda, tek bir İren olmadı: Sağlıklı günlerindeki İren… Tedavi şansı olan ve iyi sonuç alınamamış olan İren… Tedavi şansı olan ve tamamen iyileşmiş olan İren… Ve cennetteki İren… 

Gittiği günden beri, hayatımda, tek bir İren’ li hayal olmadı ancak bütün hayaller hep aynı yerde kesişti… 

Her nerede olursa olsun, her ne halde olursa olsun, o benim eşsizim, o benim en sevdiğim, o benim sevmekten asla vazgeçmeyeceğim… 

Bütün hayallerim, gözyaşları ile yıkanmış sonsuz sevginin kapısında birleşiyor… Biri yanına umudu katıyor, diğeri mutluluğu, diğeri kaygıyı, diğeri merakı, diğeri çaresiz özlemi. Yani, evladın yanındayken kurduğun hayallerde yaşadığın tüm duygular, o bu dünyada yokken de aynı şekilde devam ediyor... Annelikten... 

Hayatım, seni hayal ederken sonlansın Balım… Ve en büyük hayalim gerçekleşsin, kavuşalım orada, hayallerimde ki gibi olmasa da olur... Yeter ki kavuşalım...

23 Eylül 2025 Salı

-mış gibi yaşamak...

-mış gibi yaparak yaşadınız mı hiç?

Hiçbir şey olmamış gibi, her şey yolundaymış gibi, üzgün değilmiş gibi, mutluymuş gibi, altında ezildiğin duygu yükü hafifmiş gibi, hayata öfkeli değilmiş gibi, içtiğin kahveden yediğin yemekten dinlediğin sohbetten keyif alıyormuş gibi…

Hayatınızın bir noktasında elbet olmak istemediğiniz şekilde davranmak zorunda kalıp, -mış gibi yapmışsınızdır…  

Peki, bir ömür böyle yaşamak zorunda olduğunuzu bilmek…

Ben, bir yılı aşkındır -mış gibi yaşıyorum hayatı… Zerre haz almadığım; onsuz, bir daha gerçek anlamda mutlu olmayacağımı bildiğim; istemeden, birdenbire kendimi bambaşka bir hayatın içinde bulduğum; kalan ömrümü İren’ siz yaşamak zorunda kaldığım için -mış gibi yapıyorum…

Gözümü açıp kapadığım her yeni günde, fotoğrafına “Günaydın” ve “İyi geceler” diyorum sanki karşımdaki yatakta yatarmış gibi…

Evden çıkıyorum, eve dönüyorum sanki yanımdaymış gibi… 

Aynada kendime baktığımda, o bakıyormuş gibi hissediyorum… Sanki, “Sen dünyanın en güzel annesisin” dediğini duyarmış gibi…

Gün içinde yaşadıklarımı, “Annişkom sen iyi ki benim annem olmuşsun, seninle gurur duyuyorum” dediğini bilirmiş gibi paylaşıyorum onunla...

Dışarda dolaşırken, elini tutuyormuş gibi yürüyorum… Etrafı kolluyorum, korumak istermiş gibi…

Eve dönerken, eksikleri alıyorum sanki ona yemek hazırlayacakmış gibi… 

Çok sevdiği ayranı içiyorum, beraber içermiş gibi…

Akşam, rahatsız etmek istemediğim için odasına giremiyorum sanki ödevlerini yapıyormuş gibi… 

Galatasaray maçlarını kaçırmıyorum sanki onunla izlermiş gibi…

Dışardaysam, geç kalacağım endişesi yaşıyorum sanki evde beni bekliyormuş gibi… Haber vermek için mesaj yazmak istiyorum sanki okuyacakmış gibi…

Uyku saatinde, yatağının üzerindeki pijamaları öpüyorum onu öpermiş gibi…

Gece uyandığımda, yastığına dokunuyorum saçını severmiş gibi… Pikesini düzeltiyorum üstünü örtermiş gibi…

Özlediğimde, sesini duymak istiyorum sanki benimle konuşacakmış gibi… Kıyafetlerini kokluyorum sanki kokusunu tekrar duyacakmış gibi… Sarılmak istiyorum, öpmek istiyorum sanki dokunabilecekmiş gibi… Fotoğraflarına bakıyorum, videolarını izliyorum, anılarımızı canlandırıyorum hafızamda sanki bir gün çıkıp gelecekmiş gibi…

Bir gün 24 saat… 

İren’ im, sen gittikten sonra dünya durmamış gibi, -mış gibi yaşayarak 10080 saat yaklaşmışım sana…


25 Ağustos 2025 Pazartesi

Acıya Bağışıklık Kazanmak

O ilk günlerin karanlık bir gecesinde, kolumu ısırırken buldum kendimi.

Farkında bile değildim ne yaptığımın.

Canımın acıyıp acımadığını kontrol ediyordum istemsizce.

Canım acımıyordu.

Ben o karanlık gecede anladım, bir daha canımın kolay kolay acımayacağını.

Aylar geçti, takvimler “1 sene oldu İren gideli” dedi acımasızca.

1 gün ayrı kalamam dediğim kızımdan 365 gündür ayrıydım.

365. gün, yanımda olmak isteyen herkesi geride bırakıp, yanında olmak istediğimin yanına koştum.

Başında ağlarken, 1 sene önce orda ne halde olduğumu anımsadım.

Canım acımıyordu ama kendime acıyordum.

Halime, çaresizliğime, İren' sizliğime acıyordum.

Duamı ederken, bir yandan “Allah’ ım yardım et!” diye yalvardım.

İren’ in bu halime üzüleceğini bildiğim için defalarca özür diledim ağladığım ve isyan ettiğim için çünkü benim içim ne kadar acırsa acısın, onu acıtamazdım.

Anneydim! 

Arabaya bindim.

Alıp başımı gitmek istedim hiç bilmediğim yerlere.

Ama, duaya gelecek olanları karşılamam lazımdı.

Boş ver, bas git derken bir yanım; anne yanım olmaz dedi, görevimi layığıyla yapmalı, kızımın duasında “Amin” demeliydim.  

Yol boyu, önümdeki arabaları ve trafik ışıklarını bulanık görecek kadar ağladım bağıra bağıra.

Durdum bir benzinlikte, oturdum, kendime benzin doldurdum bir bardak kahvenin yanında içilen iki sigara ile.

Yola devam ettim.

İkinci molaya ihtiyaç kalmadan, evimizin kapısına geldim.

Gözyaşımı sildim, zili çaldım.

Beni bekleyen, İren’ in anneannesi ve dedesini de asıl olmak istedikleri yere gönderdikten sonra, dostlarım geldi tek tek.

Yine, 1 sene önceki gibi kalabalık olmaya başladı evimiz.

Her gelen ile sarıldık, acımı paylaştılar, onların gözleri dolarken benim gözyaşlarım donmuştu.

“Ben hiç ağlamıyorum, normal mi?” diye sordum.

Neye dayanarak bilmiyorum, normal olduğunu söylediler, onlarda bilmiyorlardı bence.

Hoca, “Merhum yavrumuz Arya İren Yıldırım’ ın ruhuna…” diyene kadar gözümden bir damla yaş akmadı.

Dua okunurken, 1 sene önce bulunduğumuz aynı salonda ne halde olduğumu hatırladım ve yine acıdım kendime.

Canım acımıyordu ama ben kendime acıyordum.

İren’ sizliğime acıyordum.  

Ertesi gün, yani 1 gün ayrı kalamam dediğim kızım olmadan 366. güne uyandığımda, hissizleştiğimi fark ettim.

Ne fotoğraflarına bakabiliyordum, ne onu düşünebiliyordum.

Sanki o 365 gün hiç yaşanmamış, hatta 12 yılımız hiç yaşanmamış gibiydi…

Kendime ve İren’ e bir yabancı olmuştum.

Acıma yabancılaşmıştım.

Bir hafta kadar sürdü bu halim.

İren’ ime, 12 yılımızın her bir anına, acıma, yasıma ihanet ettiğimi hissettim.

Sonra, taşlar yavaş yavaş yerine oturdu.

Ben artık acıdan, ağlamaktan, onsuz bir dünyaya adapte olma gayretimden yorulmuştum.

Kısa bir mola vermiştim fark etmeden.

Bugün, bir yazı çıktı karşıma: “Yas, yaşamın içindedir… Gülmeyi durdurarak tutulmaz… Hiçbir acı, yaşamdan kopuk yaşanmaz. Ara ara saptırmadan, dinlenmeden, hatta acıya duyarsızlaşmadan olmaz…” diyor Klinik Psikolog Özge Orbay.

Tıpkı, benim yaşadığım gibi...

Hissizleştim dedim ya, ben, acıya duyarsızlaşmışım aslında.

Çünkü, sayısını bilmediğim kadar acı iğneleri batıp batıp çıkmış bedenime, kalbime, beynime, ruhuma 365 günde.

366. günde, hiçbir iğne acıtmaz olmuş canımı, alışmışım, aşılanmışım acı iğneleri ile, başka acılara bağışıklık kazanmışım yaşadığım tarifsiz acıyla…

O yüzden, bir daha canımın kolay kolay acımayacağını anladığım o gece gibi, sadece fiziksel değil, içsel olarak da başka acılarla acımıyor içim.

İren’ sizlikten başka hiçbir şey acıtmıyor canımı…


22 Ağustos 2025 Cuma

Keşke...

İren’ ciğim, sen bu dünyadayken, az olduğuna şükrettiğim “keşke” lerimi ve sen bu dünyadan gittikten sonra çoğalan “keşke” lerimi anlatmak istedim sana…

Keşke, kızdığım zamanlarda gözümü pörtletmeseydim sana… Gerçi buna alışmıştın, öğrencilerine kızar gibi kızma bana derdin…

Keşke, benimle uyumak istediğin gecelerde “Olmaz, koca kız oldun” demeseydim, her istediğinde koynuma alsaydım seni…

Keşke, içmeyi sevmediğin balık yağını içmen için ısrar edip, içmediğini anladığımda “Beni mi kandırıyorsun” demeseydim sana…

Keşke, tabletinle daha çok oynamak istediğinde “Artık yasak” diyerek saklamasaydım tabletini ve o kalbimi delen bakışına şahit olmasaydım…

Keşke, sen bu dünyadan ayrılmadan 12 gün önce gördüğüm rüyayı anlayabilseydim… Bir şey değişebilir miydim, hayır…

Keşke, GBS denilen saçma hastalığa neden olan Campylobacter Jejuni bakterisi olmasaydı bu dünyada…

Keşke, o bakterinin bulaşacağı şeyleri yedirmeseydim sana… Sen, bu dünyadan gitmeden önce, son 21 günde neler yediğini gün gün çıkardım biliyor musun? (Bence sen buna hiç şaşırmadın, “Yapmıştır benim annem” dedin) Bir akşam, sana soyduğum şeftaliyi iyi yıkamadığımdan başlayıp, yediğimiz salatanın malzemelerini de iyi yıkamamış olmamdan devam ettim… Fırında pişirdiğim, hepimizin yediği tavuğu satan kasap ile kavga ettim kendi kendime… Sonra, yüzerken bir deniz canlısı tarafından ısırılmış olabileceğini kurguladım kafamda, nasıl fark etmedim vücudunda olmayan ısırık izini diye suçladım kendimi… Isırılsa hisseder söylerdi diyerek bu fikri rafa kaldırdım. Deniz kenarında midye yemek istediğinde izin vermeseydim keşke… Onlarca seçenek arasından, o midyeden olduğunu hissediyorum her şeyin ve anneler hislerinde pek yanılmaz… Ama çok severdin midyeyi, onlarca yerdin bir oturuşta, kıyamazdım sana keyifli bir yaz tatili günü “yeme” demeye… Keşke, suratını assan da, ağlasan da, “yeme” deseydim…

Keşke, yapılan kan tahlillerinde yüksek çıksaydı enfeksiyon değerin… Keşke, normalden yüksek çıkan B12 değerinden şüphelenseydi doktorlar. “Neden yüksek?” diye sorduğumda, vücudun dışarı atamadığı bilgisi ile geçiştirmeselerdi… Keşke, ben tıp okumuş olsaydım ve bilebilseydim hepsini… Keşke, seni geri getirmeyecek bu bilgileri sonradan öğrenmeseydim, bilseydim önceden…

Keşke, hastanede son günün olduğunu bilmediğimiz o son günde, aşağıdaki en sevdiğin kahve dükkanından istediğin mangolu ejder meyveli soğuk içeceği alsaydım sana. “Miden rahatsız, daha kötü yapar annecim, ben çay alayım sana” demeseydim… Ne yaptım biliyor musun? O aptal hastanenin kafeteryasına sadece o içeceğin olup olmadığını sormak için gittim senden sonra. Orada satılmıyormuş meğer, belki de senden sonra ilk kez bunu duyduğumda yüzümde bir tebessüm oldu. İstesem de alamazmışım çünkü yokmuş. Son isteğin olduğunu bilmediğim son isteğini yerine getirememenin vicdan azabını biraz hafifletmiş oldum işte…

Keşke, mavi kod verildiğinde yanına girebilseydim dedim aylarca… Bu bir “iyi ki” ye dönüştü İren’ cim. İyi ki giremedim de, ne göreceğimi tahmin ettiğim o anları yaşamadım. Çok mu bencilce annem bu düşünce? O anlar yok hafızamda, ama cesurca elini tutmak isterdim yine de… Belki hissederdin, filmlerdeki gibi bir mucize olurdu, kalbin atmaya başlardı tekrar…

Keşke, sen değil de ben gitseydim bu dünyadan… Sen bu acıya nasıl dayanırdın bilmiyorum. O yüzden, hangimiz önce gitsek hikayemiz yarım kalmayacak mıydı diye soruyorum kendime. Bizim hikayemiz bir şekilde yarım kalacaktıysa, bencillik yapmanın alemi yok, anne olduğumu hatırlıyor ve senin bu acıyla kalman yerine benim kalmamın daha adil olduğunu düşünüyorum. Ne saçma düşünceler değil mi? Hayat, insanı öyle bir hale getiriyor ki… Evladının yokluğunda, evladının böyle bir acıyı yaşamamış olmasını teselli olarak görüyorsun… Keşke, tesellilere hiç gerek kalmasaydı…

Düşünüyorum… Hangi “keşke” değişebilir ki yaşadıklarımızı, hangi “keşke” geri getirebilir ki seni?

Keşke, kader denilen yazgının önüne geçebilecek gücüm olsaydı bir anne olarak… Aciz bir kul olmasaydım…

Keşke ölüm diye bir şey olmasaydı hiç, keşke hiç kimse en sevdiğinden çaresizce ayrılmak zorunda kalmasaydı… Keşke…