2 Temmuz 2025 Çarşamba

Vedasızlık

Bir kadın ne zaman anne olur? Evladının varlığını öğrendiğinde mi, onu ilk kez kucağına aldığı anda mı? Yoksa; annelik, çocuğunun büyüme yolculuğuna eşlik ederken anneliğini de geliştirerek oluşturduğun bir şey midir?

İren’ in dünyaya geliş ve gidiş yolculuğu, kayıtlara göre, 12 yıl 2 ay 1 gün 2 saat 44 dakika sürdü. (Hastanelerde, reanimasyon işlemi sonlandırıldığında ölüm saati kayıt altına alınıyormuş. Doğarken dünyaya geldiğimiz anı dakikasıyla yazıyorlar ama gözlerimizi kapadığımız anı bilemiyorlar işte. O dakikayı, evladıyla ilgili her şeyi bildiği gibi, en doğru anneler biliyor.) 

Ben onun varlığını öğrendiğim gün “anne” oldum. Yani benim annelik yolculuğum, 12 yıl 11 ay 5 gün 3 saat 24 dakika. Ve bitmedi! Onu, morgda bıraktığım günde bitmedi, toprağa koyduğum günde… Annelik, evladın bu dünyada olsun olmasın hiç bitmeyecek bir yolculuk. Anneliğin, “kutsal” olarak tanımlanması da bu yüzden bence. Çünkü, anneler evlatlarının varlığını öğrendiği andan itibaren, yokluklarını kabul etmekle baş başa kaldıkları ana kadar, hatta; yokluklarında, onların varlıklarını sürdürerek, çocuklarını kalplerinde büyütmeye devam ettirdikleri kayıp sürecinde de ANNEler! Annelik, bitmeyen bir yolculuk…

Benim bu yolculukta sınıfta kaldığım tek bir gün oldu. O malum gün! O gün içinde birkaç an belki. 

Veda edemeden uğurlamak en sevdiğini… Annelik karnesinde kocaman bir sıfır! Hastane odasına, o anı görmemek için, girememek… Yanına girmeye cesaret edememek… Öylece kalakalmak… Kocaman bir boşlukta, sanki dünya durmuşçasına (keşke dursaydı)… Dünyanın dönmeye devam ettiğini fark ettiğin anda kendini suçlamak… Yanında olmadığının vicdan azabıyla içsel bir hesaplaşmaya girmek, bu manasızlığa bir cevap aramak… Sonra o cevabı bulmak… “Annelikten”… Bulduğun bu cevapla yetinmemek… “Her şeyi de anne olmaya bağlama, korktun işte!” diyerek kendine isyan etmek, öfkelenmek… Anne olduğun için orda olman gerekirdi ile ana yüreğin bunu nasıl kaldıracaktı arasında gidip gelmek… İnkar bu deyip kendini rahatlatmak… Doktorların geri döndürme çabasından kaçarak böyle bir şey olmamış, o son iki nefes gözünün önünde verilmemiş gibi davranmak… Bunun gerçekte olmadığını düşünmek… Bir yanda ilk kez annelik yapamadığını hissetmek, diğer yanda anne olduğun için bu yüzleşmeden kaçtığını bilmek… Günlerce, haftalarca, aylarca vedasızlığın içinde kaybolmak… Sonra bir dost meclisinde ansızın aradığın cevabı bulmak… 

Sevdiklerinin ölümüne yakın deneyimler yaşayanlar, onların dünyaya veda etmeden önce mesajlar verdiklerini söylermiş. İren’ de böyle yapmış. Planladığımız tatil programını mide bulantısından dolayı erteleyeceğimizi öğrenince en yakın arkadaşının annesine “Siz annemle vazgeçmeyin” demiş. Birlikte çıktığımız son tatilden dönünce, “Sayende babama ısınmaya başladım” diyerek veda etmiş ona da. 

Gecelerdir, İren’ in son zamanlarında bana ne mesaj verdiğini düşünüyorum. Aklıma, hastanede kısa uykulara dalıp gözünü her açtığında “Annecim seni çok seviyorum” demesinden başka bir şey gelmiyor. Ve bu şahane cümleye nasıl karşılık verdiğimi bulamıyorum. Silinmiş hafızamdan, yok! (Uykusuz geceleri düşüncelere boğacak yeni bir konu çıktı bana.) 

12 yıllık birlikteliğimizde 'keşke' dediğim nadir anlardan biri oldu son dakikalarında yanında olamamak, elini tutamamak, ona veda edememek. Bunun için gittiği günden beri suçluyordum kendimi. Ta ki düne kadar. 

Bazı bağlar vedaya gerek duymazmış demek ki… Çünkü kopmayacağını bilirmiş demek ki giden… Geride kalan olarak buna ne kadar ihtiyacın olacağını hissederek, sadece seni çok sevdiğini hatırlatmak isteyerek gidermiş bazı gidenler… 

O gün sana söylemişimdir elbet annem, seni çok sevdiğimi, ama senin kadar çok mu söyledim hatırlamıyorum inan. Bende seni çok seviyorum… Seni, sensiz bile sevebilecek kadar çok seviyorum. Sonsuza dek… 

10 Haziran 2025 Salı

Bayram Gelmiş…

Bayram gelmiş…

Çocuklar erkenden uyanıp bayramlıklarını giymiş. Çeşit çeşit yiyeceklerle dolu bayram kahvaltısından önce, misafirler için alınan şekerlerden, çikolatalardan gizlice atmışlar ağızlarına. Bayrama özel hazırlanan kahvaltının ardından, büyüklerin elleri öpülmüş, alınan harçlıklar heyecanla ceplere konulmuş. Biriken harçlıklar ile neler yapılabileceği, neler alınabileceği defalarca sorulmuş. Komşular, akrabalar ziyaret edilmiş sırayla. Her ziyaretten mideler dolu çıkılmış. Sonra, aile büyüklerinin kabirleri ziyaret edilmiş, dualar edilmiş, mezarın üstünde solan çiçekler toplanmış, toprağı sulanmış. Akşam ailece televizyondaki bayram programları izlenmiş. Günün sonunda, bayramın tatlı yorgunluğu ile yataklara gidilmiş. Bayramın ikinci günü yapılacaklar çoktan planlanmış. Karşılıklı “iyi geceler” öpücükleri verilmiş. Masalda burada bitmiş. 

Gökten üç elma düşmüş. Biri toprağın altında yatanların baş ucuna, biri geride kalanların başına, biri özlemle kavrulan yaslı kalplere…

Bu bayram, yas tutan annelerin yaşadıklarının yanı sıra, iki ayrı cenaze gördüm. Geride, gözü yaşlı anneler babalar, hayatının baharında eksik kalan evlatlar, dedelerini hiç tanıyamayacak torunlar ve onları toplamak için, yasını yaşayamadan, ister istemez bir mücadeleye girecek olan eşler kaldı. 

Bayram gelmiş... 

Kimileri ailece örf ve adetlerini yerine getirirken, kimileri ailece şehirden uzaklaşırken...  

Bayram gelmiş…

Kimileri sevdiğine şifa bulabilmek için hastane kapısında beklerken, kimileri sevdiğini bu dünyadan yolcu ederken…

Bayram gelmiş…

Aynı bayram mı bu gelen? 


5 Haziran 2025 Perşembe

İren' in Doğum Hikayesi 💞

Hayata her geliş, anlatılacak yeni bir hikaye… Benim İREN’ e kavuşmam uzun olduğu kadar sabır da gerektiren bir süreçti… 3 yıl bekledim onu. Her defasından aldığım sonuçta “negatif” ibaresini görmekten o kadar usanmıştım ki, aşılamadan 12 gün sonra tahlil yaptırmam gerekirken, ne de olsa negatiftir diyerek doktora gitmedim bile. Bulantılarım başlamıştı ama ben yediklerimin dokunduğuna bağlıyordum bunu, canım sürekli ayran içmek istiyordu (ayranı çok seveceği o günlerden belliymiş), tansiyonum düşmüştür diyordum. Sonunda annemin zoruyla kan tahlili yaptırdım. Sonucu almaya gittiğimizde arabadan bile inmedim. Öyle umutsuzdum. Alınan zarf havaya fırlatılarak önüme düştüğünde ANNE olacağımı anladım. O an umutsuzluğun mucizeye dönüştüğü andı benim için. Arabanın içinde bir yandan hüngür hüngür ağlıyor, bir yandan da annemi arayıp müjdeyi veriyordum. İşte annelik bebeğinin varlığını öğrendiğin o anda başlıyor! O gece sadece ne yöne yatacağımı, ters bir hareket yaparsam bebeğime bir şey olup olmayacağını düşündüm…

İlk doktor randevusunda, kalp atışını duydum. Her kontrol ayrı bir heyecandı benim için; ne kadar büyüdü, kaç gram oldu, kalp atışını tekrar duyacak mıyım diye düşünürken cinsiyetini hiç düşünmedim çünkü ben KIZIM olacağını biliyordum. Bir gün kendimi NST’ ye bağlanmış buldum. 9 aydır karnımda büyüyen bebeğimle ilk karşılaşma anı yaklaşmıştı.

Hamileliğim süresince istediğim iki şey vardı: Normal doğum yapmak ve dünyaya geldiği an kızımı görebilmek…

İREN, beklediğimizden 4 gün önce doğdu. İri bir bebek olduğu için doktorum 23 Mayıs 2012 Çarşamba gününe planladı doğumu. Normal doğum konusunda doktorum da beni desteklediği için suni sancıyla başladık güne, ama benim annesinden ayrılmak istemeyen meleğim yerinden kımıldamadığından yaklaşık 10 saat sonunda sezaryene karar verdik.

Normal doğum şansım kalmamıştı, ama ben kızımın doğduğu anı görme konusunda kararlıydım. Bu yüzden, doktorumun da tavsiyesiyle epidural sezaryene karar verdik. Anestezi doktoru dört deneme sonunda uyuşturabildi beni. Öyle bir duygu ki bu, uyuşmadığını bilerek, sadece doğduğu anı görüp ilk teması hissetmek için “Uyuşmadan sezaryen yapalım o zaman” dediğimi ve ameliyat ekibinin bana bakışlarını unutmam asla.

Ve doğum başladı. O ana dair hafızamda kalanlar bölük pörçük… Birden, sesini duydum. Benden ayrı bir yerde bakımı yapılırken hiç durmadan ağladı İREN, kollarıma gelene kadar. O an ikimizde sustuk.

Odaya alındığımda bir daha ayrılmamak üzere kavuştum kızıma. İlk kez kucakladım onu, emzirdim, kokladım, inceledim, bakmaya doyamadım. 9 ay boyunca karnından, aynı kandan, aynı nefesten olan, bir saat önce içinde taşıdığın bebeğin artık kollarında. Daha önce görmediğin, sesini duymadığın, kokusunu bilmediğin 50 cm.’ lik küçücük bir şeye hayransın. Ondan daha güzeli yok artık dünyada, ondan daha önemlisi yok, ondan bir başka daha yok, EŞSİZ! O, SENSİN… O, HAYATIN… O, SENİN!

Bugün İREN’ in doğum günü. 13 yaşına kollarımda değil, cennette giriyor.

Bugün, onu kaybedişimle ilgili hiçbir şey yazmak istemiyorum. Bugün, İREN’ imi yeniden doğuruyorum içimde, kalbimde, aklımda, kanımda, canımda, ruhumda…

O dehşet veren günü hiç düşünmek istemiyorum. İREN hiç gitmemişçesine o günü hafızamdan silerek yaşamak istiyorum bugünü.

Yanımda olmadan bunu yapabilmek tahmin edemeyeceğiniz kadar zor, ama ben bugün sadece doğduğu günü hatırlamak ve zamanı orda durdurmak istiyorum.

İyi ki doğdun BALIM, iyi ki benim İREN’ im oldun… İyi ki senin ANNE' n oldum…


3 Haziran 2025 Salı

Yas Tutan Annelerin Eleği

“Yas Tutan Annelerin Rafı” ndan sonra sıra “Yas Tutan Annelerin Eleği” nde…

Elemek; elek yardımıyla incesini kabasından yani iyisini kötüsünden ayırmak, ayıklamak anlamında kullanılan bir sözcük. 

Sevdiği birini kaybettikten sonra yas tutan herkesin elinde bu elekten var aslında, ama ben annelerin eleğine odaklanmak istiyorum. 

Benim eleğim insanları başarılı bir şekilde eledi. Kimin iyi gün dostu, kimin kötü gün dostu olduğunu anlamak zor olmadı. Hayatımdan çıkarttığım hiç kimseye şaşırmadım, yeni eklediklerime şaşırdığım kadar. 

“Ne diyeceğimi bilmediğim için arayamıyorum…” Ne kadar basit bir bahane… Bunca yıl, her gün dakikalarca konuşurken, ne diyeceğini çok iyi bilirken, birden tükenmiş demek ki yaslı annelere söylenecek sözcükler… “Sesini duymak istedim.” kolayca akla gelen bir cümle oysa ki… Peki, sizler içinde zor bir durum olabilir… Bir mesaj atmak, sadece “Aklımdasın, seni merak ediyorum.” yazmakta mı zor? Bu acı ile yüzleşmekten kaçmak belki de aramamak, yazmamak… Ama kaçtığınız bu acı gerçeğe bizler her sabah yeniden uyanıyoruz… Zor günümüzde yanımızda olmamak mı dostluk yoksa bencilliği kenara bırakıp, “Ben ne düşünüyorum böyle, yaşamadan beni korkutan bu şeyin içinde benim arkadaşım her gün.” diyerek cesurca bir adım atmak mı? 

Hiç merak etmeyin! Yanımızda olanların karşısında sabahtan akşama kadar ağlamıyoruz, bir masada oturup sohbet ederken saatlerce kaybettiğimiz evlatlarımızı anlatmıyoruz, yanımızda olanları da üzmemek için inanın çok hassas davranıyoruz. Günlük akış devam ediyor yani, eğer konu açılırsa genelde yüzümüzde bir tebessümle bahsediyoruz evlatlarımızdan ve onları ne kadar özlediğimizi söyleyerek bitiriyoruz cümlemizi. Koca bir gün içinde, bizim yaşadıklarımıza ve kaybettiğimiz canlarımıza maruz kalma süreniz beş dakikayı geçmiyor, emin olabilirsiniz. Aşağı yukarı, “iyi gün dostları” nın elekten geçerek hayatımızdan çıkması ile aynı süre…

“Kötü gün dostları” nın hakkını teslim edelim o halde. Neler yapıyorlar bir bakalım…

“Nasıl geçti günün?”, “Ne yapıyorsun?” diye soruyor mesela. “Müsaitsen bir kahve içelim mi?”, “Hadi bana gel.” diye yazıyor. Bir etkinliğe davet ediyor, “Beraber gidebiliriz diye düşündüm.” diyerek. Sana iyi geleceğini düşündüğü bir kitap alıyor, kaybettiğin sevdiğinle ilgili anılarını paylaşıyor, onunla ilgili anlamlı hediyeler getiriyor (melek kanatlı bir yaka iğnesi, adının yazılı olduğu bir toka, üzerinde fotoğraflarınızın olduğu bir bileklik, bir gece lambası veya çalışma masana koyacağın bir takvim, tuttuğu takımın forması…). Aylık düzenli buluşmalar planlıyor seninle, nerde olmak istersen seçimi sana bırakarak.

Özel günlerin daha zor geçeceğini tahmin ederek o günlerde daha çok hissettiriyor yanında olduğunu, daha sık arıyor, yazıyor veya yanına geliyor. O daha zor olan günlerde, masanda küçük bir çikolatanın yanına içtenlikle yazılmış bir not buluyorsun. Ya da telefonuna güç veren bir mesaj düşüyor. Kaybettiğin sevdiğini “ölümsüz kılma” çabanı görüyor ve buna destek olmak için bağış yapıyor mesela. Yanından geçerken sarılmak istiyor sana, kendi gözyaşlarını da ortak ediyor seninkilere. “Kabristana beraber gidelim.” diyor.

Kendini yeniden inşa etmek için aradığın yolları keşfetmeni destekliyor. Çünkü neyin içinde olduğunu cesurca empati yaparak görebiliyor ve seni acınla, hayattaki en büyük eksikliğinle, ruhunda açılan çatlaklarla kabul edip kucaklıyor.

Ne rahatsız edici bir ısrar var bu yaklaşımlarda, ne de sana kendini kötü hissettirecek bir tutum, bir bakış. Sadece, şefkatle seni ve yaranı, acını sarma çabası. Çare olabilmek için çabaladığını göstermeyen, bencillikten arınmış bir merhem. 

Bunları yapabilmek ne çok zor, ne de kolay. Hepsi bir seçim. “İyi gün dostu” olmak ile “kötü gün dostu” olmak arasında yapılan bir seçim: elekten elenmek ya da elenmemek… 

Biz, yas tutan anneler, unumuzu çoktan eledik, eleğimizi çoktan astık… 

Hayatta, herkesin, hepimizin, maalesef bir çocuğun bile, ölüme eşit mesafede olduğunu yaşayarak öğrendik. Bundan sonrası hikaye… Bu hikayeye ortak olup olmayacağınız ise sizin seçiminiz.   

1 Haziran 2025 Pazar

Yas Tutan Annelerin Rafı

Damgalama; bir kimseye, gerçeğe dayanmadan herhangi bir özellik veya nitelik yüklemek anlamında kullanılan, ayrıca; kişinin toplumda aşağılanmasına, itibar kaybetmesine ve değersizleştirilmesine neden olan “acımasız” ve bence “kolaycı” bir tutumdur.

Damgalama; genellikle kültür, cinsiyet, ırk, sosyoekonomik sınıf, cinsel yönelim, beden imajı, engellilik veya zeka sağlığıyla ilgilidir. Birde, literatürde yer verilmeyen, kayıp yaşamış yaslı bireylerin damgalanması vardır ki bununla en sık evlat kaybı yaşamış anneler karşılaşır.

Misal, babaannemi kaybettikten sonra babama sinirli olduğu için kimsenin “Annesini kaybetti ya ondan bu öfkesi” dediğini duymadım. Ya da dedemi kaybettikten sonra anneme “Babasını kaybetti ya ondan bu hali” dediğine şahit olmadım kimsenin. Ama mevzu bahis, cennetin bile ayaklarının altında olduğu söylenen, kutsallığının her defa altının çizildiği anneliğe geldiğinde, evladını kaybetmiş bir anne olarak, neler neler duydu bu kulaklar!?

Sizin, evladının yasını tutan annelerle derdiniz ne?

Yaslı annelerin; hayatı devam ettirme çabaları, işlerini, aile hayatlarını, geride kalan olarak hem geçmişe hem içinde bulunduğu ana hem de geleceğe dair sorumluluklarını devam ettirebilmeleri, yaşadıkları tahammül edilemez acıya rağmen birbirleriyle sessizce (ama anlaşılan rahatsız edici bir gürültüyle) dayanışmaları, bu acıdan bir anlam oluşturmaya çalışmaları, dayanıklı olmaları mı rahatsız ediyor sizi? Yoksa, bunların tam tersinin olmaması mı rahatsızlık veriyor?

Şimdi, ben 43 yaşında bir kadınım. İren’ in annesiyim. Çocukluk hayalim olan öğretmenliği 20 yıldır gururla yapıyorum. Bu meslekten kazandığımla, çocuğuma, üstelik tek başına, hiçbir şeyini eksik etmeden, 12 yıl boyunca baktım. Gerçekçi biriyimdir. Yeniliklere çok açık değilimdir. Bu yüzden hayatıma yeni tanıdığım kişileri hemen alamam, temkinli yaklaşırım. Birine güven duyarsam kalbimi sonuna kadar açarım. Değer verdiğim birine güvenim sarsılsa bile, defalarca şans veririm. Sabırlıyımdır, ancak sabrımın taştığı noktada öfkem ağır basar ve bir kalemde silerim karşımdakini, hatta kin tutmaya başlarım. Mütevaziyimdir, kendimi övmeyi beceremem. Haksızlığa gelemem. Sinemaya, baleye, operaya, konserlere gitmeyi çok severim. Kitap okumaya bayılırım. İnsan psikolojisiyle ilgili yeni şeyler öğrenmeyi, araştırmalar yapmayı severim. Online mağazalarda sepete her gün bir şeyler atmazsam uyuyamam, satın alıp almadığımın önemi yoktur. Yakın arkadaşlarımla, elimde bir kahve fincanı ile saatlerce sohbet etmeyi, dertlerine çözümler bulmayı, bazen saçma sapan şeylere dakikalarca gülmeyi çok severim. Güzel hazırlanmış sofralarda edilen uzun sohbetlerden keyif alırım. Bazı küçük zararlı alışkanlıklarım vardır (çok çikolata yemek gibi). Ev işi yapmayı, özellikle yemek yapmayı hiç sevmem. Telefonda konuşmaktansa mesaj yazmayı tercih ederim. Galatasaray’ lıyım. Öğretmen olmasaydım medya sektöründe çalışmak isterdim ki 12 yaşından beri Türkiye’nin en büyük özel kanallarından ikisinde ve TRT’ de çeşitli görevlerde yer aldım. İş disiplinimin ve ahlakımın küçük yaştan itibaren çalışma hayatının içinde olmamdan geldiğini düşünürüm. Ayrıca bir evlat, kardeş, halayım. Annelik zaten ebedi…

Gördünüz mü çalakalem hem iyi hem kötü yönlerimi nasıl yazdım kendimle ilgili?

Yukarıda, benimle ilgili bir rafa dizilmiş onlarca nitelik var, renk var. Sadece bir şey yok. Ne mi? Bu kadar özellik içinde, “evladını kaybetmiş anne” olma niteliği yazmıyor. Çünkü, biz yaslı anneler için, evlat kaybı, rafa konulan ayrı bir şey değil; tüm benliğimizle bu acı gerçeği kabul ederek yanımızda taşıdığımız, yeniden inşa etmeye çalıştığımız hayatımıza sonsuz sevgi ve özlemi katarak harmanladığımız bir bütünleşme hali. Yani, evlat kaybı yaşamış olmamız bizim için ayrı bir nitelik değil. Bunca renk içinden, sizin baktığınız yerden raftaki en belirgin olan “kara kutu” yu seçmeniz, aslında, bizi değil sizi ortaya koyan bir seçim.  

Peki, sizin gördüğünüz, “kara kutu” dan yani evlat kaybından sonra, yaslı anneler rafa neler koyuyor ona da bakalım mı beraber?

Benim rafıma, hepimizde olduğu gibi, özlem eklendi. “Seni özlemeyi de seveceğim, sana dair ne varsa sevdiğim gibi” diyerek koydum cebime özlemimi. “Ben seni çok özlemek isterim zaten, azı bize yakışır mı?” dedim tüm gerçekçiliğimle. Yası öğrendim, öğrenmeye devam ediyorum. Bu acıdan bir anlam oluşturmak istedim. Hayırsever bir insan olmaya başladım, sadece ekonomik gücümün yettiği maddi kaynaklarla değil, sokağa atılmış bir çöpü alarak, yolda ağlayan birinin yanına gidip sarılarak, başı sıkışan birine “Senin için ne yapabilirim?” diyerek… Hepsi yaslı annelerden oluşan yeni dostlar ekledim rafıma. Konuşulmayan yası konuşulur hale getirmeye çabalıyoruz “Işıkta Buluşan Anneler” grubu ile. Onları ve evlatlarını uzaktan tanıyarak çok sevdim. Her gece dua eder oldum hepsi için. Atölyeler, eğitimler, ikinci bir üniversite derken eski benden daha çok kendimi geliştirmeye başladım, belki, incitmeden birine faydam dokunur umuduyla… Hayatı sorgulamaya, bu dünyaya geliş sebebimizi anlamaya, bu yaşananlardan nasıl bir öğreti çıkarmam gerektiğine odaklandım. Anneliğin hiç bitmeyecek bir yolculuk olduğunu, evladının yokluğunda bile anneliğin nasıl devam ettirilebildiğini keşfettim. Evladını, yeniden kalbinde büyütmeyi, yokluğuyla da bağ kurulabileceğini öğrendim. Acıdan ölünmeyeceğine, acının insanoğlunu nasıl güçlendirdiğine şahit oldum. Kolay mı oldu? Asla! Kendimi, yanımda en sevdiğim, hayatımın anlamı dediğim İren' im olmadan, yeniden keşfedip inşa ederken aldığım terapiler, katıldığım atölyeler, dostlarımın sonsuz desteği ve akıl yürüterek ayağa kaldırabildim. Düşmüyor muyum peki? Elbette. Ama her tökezlediğimde, geriye dönüp bakıyorum ve bir önceki düştüğüm yeri görüyorum. Oradan kalkıp devam ettiğine göre şimdi buradan da kalkar devam edersin diyorum kendi kendime. Yani rafıma umut, güç, dayanıklılık, merhamet, vicdan, evladının yokluğuyla kurulan bağ eklendi ve hayatımdaki en büyük eksiklikle bunları yapabildiğim için kendimle duyduğum gururu da ekledim renklerimin arasına.

Şimdi, hangisi daha kolay siz söyleyin. Yas tutan annelerin, evladını kaybettikten sonra bile rafına yeni renkler ekleme çabası mı yoksa girişte bahsettiğim “kolaycı” bir tutum olan damgalama mı?  

Neden bunca renk içinde, en koyu renk olanı görüyorsunuz? Daha mı kolay seçiliyor “kara kutu”, diğer renklerimizi keşfetmek dururken?

Dün bir sosyal medya paylaşımında okudum: “Kimsenin hikayesi bir başkasının terazisinde ölçülemez!”

Biz, yas tutan annelerin terazisi sizin dert diye gördüklerinizi taşır da, sizin terazi bizim yaşadıklarımızı taşır mı?

Bunun cevabını bulunca, boğazınızın da neden dokuz boğum olduğunu anlayacaksınız umarım! 

Son söz!

Bizler, hiç bitmeyecek bu yas sürecinde, kendi yolumuzda kendi doğrumuzu aramaktan, bize "iyi gelen" şeylerden, yaslı annelere nasıl davranılması gerektiğini anlatmaktan vazgeçmeyeceğiz. Sizler yaslı anneleri damgalamaktan vazgeçip, sessizce yanlarında olmayı ve raflarına ekledikleri yeni renkleri keşfetmeyi öğrenmelisiniz.

10 Mayıs 2025 Cumartesi

Yokluğunda Anne Olmak

“Bir kadının yaşayabileceği en mükemmel andır o! Bebeğinin varlığını öğrendiği an; onu kucağına aldığı an; büyümesine, yaptığı her yeni davranışa tanıklık ettiği an... İşte tam da bu sebeple, annelik serüvenini üçe ayırıyorum: Doğum öncesi, Doğum, Doğum sonrası” demişim eski bir yazımda.

Şimdi, 4. maddeyi ekliyorum annelik serüvenine: Yokluğunda anne olmak

Anne olmak, yeryüzünde kendi canından daha kıymetli bir cana sahip olmaktır!

Ve, evladın artık yeryüzünde olmasa bile, halen en kıymetlinin O olmasıdır!

Geri dönüşü olmayan bu yolda; göremediğin, koklayamadığın, dokunamadığın, sesini duyamadığın bir cana annelik yaparak, anneliğin mucizesine ve kutsallığına hayran olmaktır.

Anneliğini, hayatındaki bu büyük eksikliğin içinde tamamlamaya çalışmaktır. Yavrundan sana kalan sonsuz sevgiye, bitmeyecek bir özlemi de katarak harmanlamaktır acıyı, kederi, çaresizliği, öfkeyi, isyanı, tevekkülü... Bazen gözyaşlarıyla, bazen onu andıkça yüzünde beliren tebessümle…

Bu yoksunlukta dayanıklı kalabilmek için verdiğin “anneliğini devam ettirme mücadelesidir” yokluğunda anne olmak!

Anne olmak, hayatta alabileceğin en güzel hediyenin sana bahşedilmiş evladının olduğunu bilmektir… Ardından gözyaşı döküyor olsan bile…

Bebeğim, Balım, İREN’ im ANNE’ n seni çok seviyor! Nerde olursan ol; ne kadar uzak ya da yakın olduğumuz fark etmez; ben seni sevmekten, çok sevmekten, sadece seni sevmekten asla vazgeçmem!

Demiştin ki bir kere; 

“Anne, başkası benim annem olsaydı onu hiç sevmezdim, ben yine seni severdim.”

Demiştim ki; 

“O zaman beni tanımazdın ki, seni doğuran başkası annen olurdu, o da seni çok severdi, sende onu çok severdin.”

Ve sen demiştin ki; 

“Ben seni tanırdım yine, yolda karşılaşırdık, kokundan tanırdım, seni severdim.”

Bende diyorum ki; 

“Senden başkası olsaydı doğurup büyüttüğüm, ben yine kokundan tanırdım seni karşılaştığımız o yolda, seni severdim, dünyaya bin kere gelsem bin kere senin annen olmak isterdim.”

Biliyorum ki, cennetinde kavuştuğumuzda kokumuzdan tanıyacağız birbirimizi...

Ben hayaline de anne olurum İREN' im, seni sevdiğim gibi severim hayalini de. Sen bu dünyadayken sana aşık olduğum gibi hayaline de aşık olur, yeniden büyütürüm kalbimde seni…

Bana hep söylediğin gibi, “Merak etme, o iş bende!”  

G💗İ    Sonsuza Dek

 

 

9 Mayıs 2025 Cuma

Avunmak...

 avunmak: 1. bir şeye kendini vererek acısını, kederini unutmak

                  2. bir şeyle yetinip oyalanmak

                  "Çocuk avunmak bilmedi, annesini aradı."

Keşke sözlük yazarları “avunmak” fiilini tanımlarken, nasıl avunacağımızı da belirtseymiş…

“Avunmak” bu tanımdan mı ibaret? 

Bence, “avunmak”, kederini unutmak değil, kederinle baş etmeye çalışmak.

Bence, “avunmak” için verilen örnek cümle şu olmalıydı:

"Anne avunmak bilmedi, çocuğunu aradı." 

Evladını kaybetmiş bir anne nasıl avunur? Yas tutan bir anne nasıl avutur kendini?

Öncesinde, inancını sorgulasa da, sonrasında inanır “cennetin” varlığına ve orada onu bekleyen bir “melek” olduğuna. Çünkü, yasın altı aşamasından olan pazarlığın artık işe yaramadığını kavramıştır. “Ne yaparsam, ne kadar ağlarsam geri gelir? Yerine kim gitse geri gelir?” soruları yanıt bulmamıştır. O, gelemeyeceğine göre ben gittiğimde kavuşacağız düşüncesine tutunarak yaşar. 

İnanmak ister, kimi zaman umutla kimi zaman çaresizce.

Varlığının devam ettiğine, kendini hissettirdiğine inanarak devam edebilir sadece çünkü…

Bazen bir kelebek uçar yanından, bazen bir kuş tüyü düşer önüne. Bazen cama konan bir güvercine, bazen bir yaprakta gördüğü uğur böceğine inanmak ister… Bulutlara, gökteki yıldızlara…

Denk geldiği bir şarkı da düşer varlığı kulağına ya da burnuna gelen bir koku da…

Bazen bir el hisseder omzunda, “Sen mi geldin?” diye sorar görmediği o ele.

Bazen de onun için yaptığı şeyler ile avutur kendini. Katıldığı bir atölyede anar evladını, bir blogda yazar, kağıda kaleme söze döker evladının varlığını, yokluğunu, eksikliğini, özlemini… 

Sevdiği şeyleri yapmak kimi gün iyi hissettirir kimi gün “Onsuz nasıl yapayım?” dedirtir.

Böyledir işte avunmak… 

Peki, hangi annenin yüreği bu avuntuyla yetinir? Hangi annenin yüreği evlat acısını unutur?

Günün sonunda şunu sorar: “Eee, bunları yaptık da ne oldu? Bitti mi kederle kuşatılmış özlem?”

Bitmez… Hiç bitmez… Hatta katlanarak artar…

Ve kendini avuttuğunu bile bile, “avunma” ya muhtaç kalır her yeni doğan günde…

Çaresizliği görüyor musunuz? Ötesi de var…

Her gece, rüyasında görebilmek için dua ederek koyar başını yastığa. Ve bazı sabahlar çok acımasızdır. Gözünü açar açmaz “Görmedim, göremedim.” der ve nedenini sorgulamaya başlar…

Annenin, eksik hayatında hiç eksilmeyen onlarca soru vardır artık. Cevapsız! 

Ve anne, eksik hayatında, kendini nasıl avutacağının onlarca yolunu arayarak geçirecektir geri kalan hayatını… Çünkü kederiyle baş etmeye çalışmanın bir parçasıdır "avunma"...

3 Mayıs 2025 Cumartesi

Yas Eşlikçisi Olmak Ya Da Olmamak...

Prof. Dr. Şengül Hablemitoğlu’ nun “Yas’la Çalışırken Ne Yapmalı Değil, Nasıl Kalmalı – Şefkatli Bir Alanda Metaterapötik Eşlik” eğitiminde beni çok etkileyen bir bölüm oldu ve sizlerle paylaşmak istedim. 

YAS EŞLİĞİ İLKE METNİ 

Yas; bir patoloji değil, bir insanlık halidir. (Yas; tedavi edilmesi gereken bir hastalık değil, kayıpla birlikte içinden geçilen doğal ve kişisel bir süreçtir.)

Müdahale değil, eşlik edilir. (Yaslı kişiye “müdahale etmek” acısına/kendi acınıza tahammülsüzlük göstergesidir.)

Sessizlik, yası taşıyan bir dil olabilir. (Yaslı kişi konuşmaya zorlanmamalı, sessizliğine saygı duyulmalıdır.)

Acı düzeltmeye çalışılmaz. (Acıyı onarmaya değil, acının yanında kalmak, acıyı duymaya çalışmak önemlidir.)

Yas; eşlikçinin kendi duygularını tanımasına yardım eder. (Yaslı kişiyle birlikteyken kendi acılarımızı, korkularımızı, çaresizliğimizi de fark ederiz.)

Şefkat, eşlikteki temel tutumdur. (Yaslı kişiyi, teselli etmek/akıl vermek yerine, şefkatle yanında kalabilmek önemlidir. Şefkat, pasif bir tutum değil, duygusal bir duruştur.)

Yasla çalışmak değil, yasla yağmura yakalanmış gibi yürümek gerekir. (Yaslı kişiye şemsiye tutmak, onun duygularını yok saymaktır. Önemli olan, yas yağmurunda birlikte ıslanabilmek, birlikte kalabilmektir.)

Yaslı kişinin çevresindeki kişiler olarak, yaslarına müdahale eden taraf mısınız, eşlik eden mi?

Eğer müdahale eden taraftaysanız ➡️ Yas sürecine destek olmak bu kadar kolayken; neden hem kendiniz hem de yaslı kişi için bunu zorlaştırıyorsunuz? Çünkü, bu kadar büyük bir acıda siz olsanız ne yapardınız düşüncesi aklınıza geldikçe duygu durumunuz bozuluyor. Çünkü, yaslı kişiye değil, aslında “ben olsam ne yapardım” sorusuna odaklanıyorsunuz ve yasa körleşerek, bu basitliği fark edemiyorsunuz.

Eğer eşlik eden taraftaysanız ➡️ Acının yanında cesurca kalabildiğiniz için, yaslı kişinin en son ihtiyacı olan teselli cümlelerinden uzak durarak, ona akıl vermek yerine şefkatle elini tuttuğunuz için; O, acıya ve hayata meydan okurken sadece yanında olabildiğiniz için kendinizle gurur duyun. Ve bilin ki, yaslı kişi sizi ve duruşunuzu asla unutmayacak!


29 Nisan 2025 Salı

Eşyalar Toplanmış Seninle Birlikte...

Mehmet Teoman’ ın sözlerini yazdığı, Tanju Okan’ ın ikonik sesiyle dinlediğimiz “Kadınım” şarkısındaki bu dörtlük, kaybımın 8. ayında İren’ in odasını toplarken kulağımda çaldı hep…

Eşyalar toplanmış seninle birlikte
Anılar saçılmış odaya, her yere
Sevdiğim o koku yok artık bu evde
Sen (İren’im)

İren’ den 8 ay önce annesini kaybetmiş bir arkadaşım, “Süreçte kendi yolunu bulacaksın” demişti bana. Ne yolu, ne yol bulmayı idrak edecek durumda değildim. Fakat, zaman içinde, arkadaşımın dediği gibi, kendi yolumu bulmaya başladım. Benim yolum, evlatlarını kaybetmiş annelere ulaşmak, onların acılarına ortak olmak, elimden bir şey gelmese de sadece onlarla dayanışma içinde olmak. Çünkü, İren’ siz geçen o ilk günlerde; zihinsel, fiziksel ve duygusal olarak dengemi kaybettiğim en yoğun zamanlarda; birilerinin bana sürecin nasıl devam edeceğini söylemesine çok ihtiyacım vardı. Bunu da ancak evladını kaybetmiş bir anne anlatabilirdi. Sürekli, “Şimdi ne olacak?”, “Bundan sonra karşıma ne çıkacak?”, “Bugünü bitirdim, yarın neyle karşılaşacağım?” gibi sorular vardı dilimde. Ve tabii, tüm yaşadığım çalkantının “normal” olduğunu duymaya ihtiyacım vardı.

O günlerde yaslı anneleri elimden geldiğince yalnız bırakmayacağımın sözünü verdim kendime. Sosyal medyadan ulaştım onlara, bana ulaşanlarda oldu. Ortak acımız bir şekilde bir araya getirdi bizleri. Keşke, hepsini ve yavrularını başka şartlarda tanısaydım. Evlatlarını onların aracılığıyla bu şekilde değil, başka yollarla tanımış olsaydım.

Bizler için, evlatlarımızın hatıralarını yaşatmak çok önemli. Geride kalan anneler olarak en büyük arzumuz bu. Onların anılarını yaşatmak için ilk ihtiyaç duyduğumuz ise maddesel şeyler. Çünkü, varlıklarını onlardan kalan eşyalarına tutunarak sürdürüyoruz başlangıçta. Bazen, o eşyalara bakması dokunması çok zor olurken, bazen de kendiliğinden dolabın önünde kıyafetlerine dokunurken buluyor insan kendini. Bu da yas süreci gibi dalgalı. Bir gün iyi geliyor, bir gün kötü.

Kaybımın ardından gittiğim bir psikiyatrist, İren’ in eşyalarını ve mobilyalarını odadan çıkararak, yeni mobilyalar ile başka bir oda yapmamı söylemişti. Şu satırları yazarken bile, aynı öfke çıkıyor yüreğimden. Haftalarca zihnimden atamadım o cümleyi. Bana ne demek istediğini düşündüm günlerce ve acımı, İren’ imi kaybetmiş olmanın benim için ne ifade ettiğini anlamadığını düşündüm. Bir daha da görüşmedim kendisiyle.

Bir de çevremizdekilerin can acıtan söylemleri var. “Eşyalarını vermezsen rahatsız olur”. Hangi anne bu dünyada ya da cennette evladını rahatsız etmek ister ki? Uçaklarda, acil bir durumda oksijen maskesini anne önce kendisine sonra çocuğuna takar. Bu örnekteki gibi, o yaralı annenin kendi yarasını “saramadan”, eşyaların içinde kaybolması yeni yaralar açmaz mı peki?

Ben, çok direndim, söylenen her şeye kulağımı tıkamaya çalıştım, kendimi hazır hissettiğimde odasını toplayacağımı söyledim hep ve bayram tatilinde İren’ in odasını toplamaya başladım ve aslında buna pek de hazır olmadığımı gördüm. Ancak, yarım bırakmak korkuttu beni çünkü ilerleyen zamanda tekrar aynı duygularla karşılaşmak istemedim. Pişman değilim, ama benim için tahmin ettiğimden çok daha sarsıcı bir süreç oldu.

Çamaşır asılan mandalda hatırası olur mu bir çocuğun, ya da ipten yapılmış bir bileklikte, bir peçetede, bir kalemde, hatta boş duran bir teneke içecek kutusunda…

Odayı toplarken, döktüğüm gözyaşlarından çok, vücudumun verdiği fiziksel tepkiler yordu beni. İren’ i kaybetmiş olduğumu henüz idrak edemediğim o ilk günlerdeki belirtiler ortaya çıktı. Kalp atış hızının değişimi, sanki yüreğine bir ağırlık bağlanmışçasına kalbini yerlerde hissetme, düzenli nefes alamama, göğüs sıkışması, mide krampları, eklemlerinde ve başında karıncalanma ve beyninde uyuşma hissi…

Yaşadığım bu zorlayıcı deneyimden sonra şunu söyleyebilirim. Yasın herkese göre değişen kendine özgü bir dinamiği, hızı, şekli var. İren’ in odasındaki mobilyaları duruyor. Kıyamayıp ayırdığım eşyaları hurçlarda saklı. Onu anlatan bir köşesi var, çok sevdiği eşyaları ve fotoğrafları o köşede.

O oda, bizim tüm anılarımızın yaşandığı, birlikte paylaştığımız odamız olduğu için, orada olabilmek benim için çok anlamlı ancak çok zorlayıcı çünkü eskiden gözümü açtığımda karşı yatağımda gördüğüm bebeğim orda değil. Gece üstünü örttüğüm, uyurken öpüp kokladığım,  arada nefesini dinlediğim kızımın yatağı bomboş. Kendisinin olması gereken odada hatıraları kaldı. Duvarda kendi çizdiği resimler ve Galatasaray posterleri yerine fotoğrafları asılı.

Canım yas arkadaşlarım, canım anneler… Eşya toplama sürecinde hepinize güç olacak şeyler yazmak isterdim. Benim kişisel deneyimimin sizlerin yolculuğuna engel olmasını istemem kesinlikle… Bir gün güzel evlatlarınızın eşyalarını toplamak isterseniz, yakındaysak seve seve gelip eşlik ederim size, beraber anarız çocuklarınızı… Gelemesem de, tıpkı süreçte bana destek olan diğer acılı anneler gibi iletişimde kalırız… Birbirimize bir telefon kadar yakınız hepimiz…

Eşyalar toplanmış seninle birlikte
Anılar saçılmış odaya, her yere
Sevdiğim o koku yok artık bu evde
Sen (İren’im)

12 Nisan 2025 Cumartesi

"Seni Çok İyi Anlıyorum..."

“Seni çok iyi anlıyorum…”

Bu aralar bu cümlede kaldım… Kimler ne zaman dedi hatırlamıyorum bile ancak üst üste duyduğumdan olsa gerek kafayı fena taktım.

“Seni çok iyi anlıyorum…” diyenlere, “Neyi anlıyorsun?" diye sorasım geliyor. Aslında biliyorum cevabı: HİÇBİRŞEYİ!

 

İren’ in vefatından 2 ay önce, her ölüm gibi ani ve beklenmedik şekilde, bir çalışma arkadaşımın oğlunu kaybettik. Haberi aldığımda iki şey düşündüm. Birincisi, çok genç yaşta bir kayıp olduğu; ikincisi, annenin hayatının biteceği ve aklını kaçıracağı.

O zaman, bu kadar sığ düşünebilmişim demek diyorum şimdi.

Kendi hikayemde, ne kadar kaçmasını istesem de aklımı kaçırmanın mümkün olmadığını bizzat yaşadım. Ve hayatım bitmedi, maalesef devam ediyor; ama nasıl ediyor?


Sevdiğin birini kaybetmekle başlayan yas süreci bir duraksama evresi değil; insanın kendi gibi dinamik bir süreç. Hareket halinde. Dalgalı, inip çıktığın, düşüp kalktığın ama hep yolda kaldığın bir yolculuk; hayat gibi, insan gibi. Önemli olan hayatını nasıl devam ettirebildiğin. Zorlayıcı kısmı da bu zaten. Acıkıyorsun ama yemeğin eski tadı yok, susuyorsun ama kana kana içemiyorsun suyu. Uyumak istiyorsun, uyuyamıyorsun; uyanmak istiyorsun uyanamıyorsun. O yüzden “hayat devam ediyor” cümlesi doğru olmakla birlikte; hayatını nasıl devam ettirdiğini; sevdikleri yanında olan, bu acıyı yaşamayan kimsenin tam anlamıyla bildiğini düşünmüyorum.

“Toparlamışsın”, “İyi gördüm seni”, “Çabuk döndün işe”… Bunlar iyi niyetle söylenmiş olsa bile yaslı bireyde yankısı pek öyle değil… İşine dönemeyen bir anneye “Şimdiye kadar dönmeliydin, geç kaldın”; depresyonda olan bir anneye “Çok uzadı yasın, abartıyorsun” denildiğini de biliyorum. Bu söylemleri kendimce "yasın sıradanlaştırılma eylemi" olarak tanımlıyorum. Yani, yasın biricik olduğu; kişinin içsel, ruhsal, duygusal, psikolojik hatta fiziksel dinamiğine göre şekil aldığını göremeyen gözler sürekli kendi kısıtlı fikirleri ve kelime dağarcıkları ile içinde bulunduğumuz duruma söz söyleme hakkı buluyorlar kendilerinde. Normal mi bu, biri bana söyleyebilir mi?

 

“Seni çok iyi anlıyorum…”

“Hadi ya! Neyi anlıyorsun mesela, bana bir anlatır mısın?”

Bir annenin çocuğunun odasına girememesinin, onun ayak izlerine basarak o izleri silmek istemediğinden kaynaklandığını anlıyor musun? Bir diğer annenin evdeki perdeleri çocuğunun el izleri gider diye yıkayamadığını, bir diğerinin parmak izlerini kaybetmemek için toz alamadığını; bir diğerinin kaybettiği günden beri onun nevresimi ile yattığını; bir diğerinin sevdiği yemekleri asla yiyemezken bir başkasının sadece onun sevdiği yemekleri yemesinin nedenini biliyor musun? Bir annenin sadece kaybının değil, evladının geleceğinin de yasını tuttuğunu; birinin kendini bu cümlelerden korumak için aylarca evden çıkamadığını, diğerinin ise anılarla dolu olan evinde asla duramadığını; birinin çocuğunun eşyalarını kullanırken, diğerinin hiçbir eşyasına el süremediğini biliyor musun?

Peki ya, tek çocuğunu kaybetmiş bir anneye “Yeniden çocuk yaparsın” derken, diğer evladı hayatta olan annelerin büyük çoğunluğunun aklının yanındakinden çok toprağa koyduğunda olduğunu biliyor musun? Hayatta kalan evladın hem kardeşini hem de annesini kaybettiğini düşünüyor musun bu öneride bulunurken? O annelerin, hayatta kalan evladıyla ilgilendiğinde, vefat eden evladının abisini/ablasını kıskanmış olma ihtimalinin nasıl bir hızla zihnine hücum ettiğini, yaşadığı suçluluk hissini bilir misin mesela?

Peki, her gece evladını belki rüyanda görürsün diye ne kadar uyumak istesen de acının ve yarattığı düşüncelerin buna izin vermediğini; onu bundan sonra sadece rüyanda görebilecek olmanın umudu ile bunun ne zaman olacağını bilmemenin arasında sıkışıp kalmanın yarattığı çaresizlik duygusunu tanıyor musun?

Eski halini görmek istediğini söyleyenler, bunun artık mümkün olmadığını bile kavrayamazken; senin de zaman zaman o eski halini özlediğini ve sadece bunu düşünmüş olmanın bile nasıl bir vicdan azabı çektirdiğini biliyorlar mıdır? 

İmkansız olduğunu bile bile her gün evladının geri gelmesini dilemenin içinde yeşerttiği umudun saniyeler içinde nasıl bir hayal kırıklığına dönüştüğünü yaşadın mı hiç? Peki, kaybettiğin sevdiğin ile cennette nasıl kavuşacağının hayalini kuruyor musun başını yastığa koyduğunda?

 

Sen neyi anlıyorsun, bana bir anlatır mısın?

Şimdi, bir daha düşün. Ağzından bir cümle çıkarken iki kere düşün hatta olur mu?

Yasın ortak bir dili var: ACI. Herkesin bu acıyı işleme şekli farklı. Ne olur, acımızı nasıl işlediğimize, nasıl yaşamak istediğimize biz karar verelim, biz bulalım kendi yolumuzu. Bu yolda ilerlemeye çalışırken, salınan birer kum torbasıyız bizler. Sağlı sollu yumruklar vurarak dengemizi daha fazla bozmayın. Yorum yapmadan, tavsiye vermeden, yolumuzda yoldaş olun bizlere ya da olmayın ama azıcık susun…

25 Mart 2025 Salı

YAS GÜNLÜKLERİ -5- Evlatlar Sadece Annelerin!

“Yas kaybedilen kişiden ayrılmakla ilgili gibi görünmekle birlikte, esasen, gidenle kurduğumuz ilişkiyi sürdürmenin yeni ve anlamlı yollarını bulmakla daha fazla ilgili.” diyor Prof.Dr. Şengül Hablemitoğlu “Yas Uzun Bir Veda” kitabında.

Kadınların ve erkeklerin yas sürecini nasıl geçirdiklerine, anlamlı yolları bulup bulamadıklarına bakalım mı?

Yapılan araştırmalar, kadınlar ve erkeklerin yas tutma davranışlarını iki ana başlıkta topluyor:

1.      Sezgisel Yas (Inutiative Grief) Tutma Davranışı: Bu tarz yas tutma yükselen bir duygusal deneyime dayanır. Kişi duygularını paylaşarak, yitirdiği insanla olan ilişkisini irdeleyerek, sosyal destek arayarak ve ölüm kavramını sorgulayarak yas sürecini geçirir. Sezgisel yas sürecinde kişilerin başa çıkma stratejilerinin başında duyguları ifade etmek gelir. (Genellikle kadınların yas tutma davranışı.)

2.      Araçsal Yas (Instrumental Grief) Tutma Davranışı: Kişi kayıp duygusuna odaklanmaktansa, görevlere odaklanır. Araçsal yas sürecindeki kişi; öfke, kaygı, üzüntü gibi duygularını tanımlamaktan ve dışavurmaktan kaçınır. (Genellikle erkeklerin yas tutma davranışı.)

Yas tutma, kişisel bir süreç olduğu için, bu iki tipinde doğru olanı yoktur ve her biri normal kabul edilir.

Ancak, toplumsal ve kültürel olarak her yas tutma davranışını kabul etmeli miyiz/ eder miyiz? Örf ve adetlerimize uygun olmayan bazı davranışlar için, evladını kaybetmiş bir anne olarak, içtenlikle kabul edilemez diyebilirim. Tabii, kimseyi eleştirmek, bu doğrudur, bu yanlıştır demek ne haddim ne tarzım ama aylardır, son derece naiflikle sürdürmeye çalıştığım yas tutma biçimime, şahit olduğum bazı görüntülerden sonra, anne olarak öfkeyi eklemek durumundayım.

Acı çekmeye ya da acısı ile baş etmeye çalışanların duygularına saygı göstermek bir edeptir. Şanslıyım ki yaşadığım durumu içselleştiren; sadece geride kalana değil gidene duyduğu saygıdan dolayı sosyal medya hesaplarında uzun süre paylaşım yapmayan ya da hikayelerini gizleyen onlarca dostum oldu. Ancak, azınlıkta olsa; hatta belki de tek; gece kulüplerinde eğlenirken yapılan paylaşımlara da denk geldim. Bir anne olarak, İren’ in annesi olarak, onun birinci derece yakınından gelen bu görüntüler beni şaşırtmasa da üzdü. İren’ ime büyük bir haksızlık yapıldığı hissine kapılmama neden oldu. Kendine saygısı olmayandan, kaybına, acıya, ölüme saygı duymasını beklemek hata sanırım! Ama ben anneyim, bu vurdumduymazlığa duyarsız kalamıyorum.

“Acı çekmeyi göze almadan yas da tutulmuyor ve acı hissetmiyorsak hiç bağlanmamışız demektir.”  diyor Prof.Dr. Şengül Hablemitoğlu “Yas Uzun Bir Veda” kitabında ve ekliyor “Her insan kendi bağı ve kendi sevgisi kadar yas tutuyor.”

Aylardır, kaybımla başa çıkmak için gösterdiğim çaba, yası öğrenmeye çalışmam, yasıma sahip çıkarak, onunla yüzleşerek uyum sağlamaya, uzlaşmaya uğraşmam... Anneliğin asla bitmeyecek bir şey olduğunu kavrayarak bunu bütün dünyaya haykırmak istemem… Anneliğimi sürdürebilmek adına her yolu denemem… Evladıma, öbür dünyadaykende annelik yapmaya çalışmam, onu her an düşünerek, dualar göndererek yalnız bırakmamam… Onunla ilgili yaptığım her şeye, tıpkı hayattayken olduğu gibi, emek vermem… Bonanno’ nun, çirkin başa çıkma (coping ugly), tanımlamasıyla çoğunluğun sağlıklı bulmadığı bazı davranışların başa çıkmayı kolaylaştırabileceğini bile bile, o yolları seçmemem… Kolayı değil, zor olanı seçmem… İren’ im, cennetinde benimle gurur duyduğunu biliyorum. Sana olan sevgim kadar, sevgimiz kadar, bağımız kadar yastayım.

Son söz: Tanıdığım gerçek "baba" ları tenzih ederek; evlat, sağken de, vefat etmişken de sadece annenin… Evlatlar, bu dünyada da öbür dünyada da sadece annelerin! 

 

20 Mart 2025 Perşembe

Öyle Bir Sevgi Ki!

 Ölüm bile ayıramaz derler ya…

Öyle bir bağ ki,

Ölüm bile ayıramadı. 

Öyle bir sevgi ki,

Gözümü kapadığım her an 

Senin olduğun yerde

Cennetinde

Nasıl kavuşacağımızın hayalini kurduran. 

Öyle bir bağ ki, 

Düştüğüm her an varlığını hissettiren

Beni kaldıran.

Öyle bir sevgi ki,

Sonsuz

Sadece sonsuz 

Beni ayakta tutan.

Öyle bir bağ ki, 

Beni sen 

Seni ben yapan.

Öyle bir sevgi ki, 

Bizi bir bütün olarak yaşamaya devam ettiren.

Öyle bir bağ ki, 

Kavuşana dek, güç olan.

Öyle hissediyorum ki seni kalbimde…

“İyi ki hayatımdasın, iyi ki hayatımın en özel en değerli parçasısın” sözün

Her an dilimde. 


Demiştin ki bir kere; 

“Anne, başkası benim annem olsaydı onu hiç sevmezdim, ben yine seni severdim.”

Demiştim ki; 

“O zaman beni tanımazdın ki, seni doğuran başkası annen olurdu, o da seni çok severdi, sende onu çok severdin.”

Ve sen demiştin ki; 

“Ben seni tanırdım yine, yolda karşılaşırdık, kokundan tanırdım, seni severdim.”

Bende diyorum ki şimdi; 

“Senden başkası olsaydı doğurup büyüttüğüm, ben yine kokundan tanırdım seni karşılaştığımız o yolda, seni severdim, dünyaya bin kere gelsem bin kere senin annen olmak isterdim.”


Cennet yolunda, birbirimizi kokumuzdan tanıyıp kavuşacağımız o günün hayali ile nefes almaya devam ediyorum. Kavuşacağımız zamanı bilmeden…


10 Mart 2025 Pazartesi

Yasın İçinde Bir Öğreti: Dayanışma

Yas!

Kişisel ama bir o kadar da ortak bir dile sahip. Bu dilin adı: ACI.

Sadece acıdan kaynaklanan gözyaşı, hüzün, umutsuzluk gibi duygular mı var peki yasın içinde?

O kadar çok şey öğrendim ki şu 7 ayda…

Yasın içinde sadece acı olmadığını gönül rahatlığıyla söyleyebilirim. Yasın içinde dayanışma var! Tabii, vicdanlı yürekleri taşıyanlarla!

Ve en çok çocuklarla! Şaşırıyorum çocukların yas tutma biçimine… İren’ imin yaşıtları ve kendi öğrencilerimin dayanışma ruhu beni umutlandırıyor.

Kendi yaşıtlarını kaybetmiş olmanın gerçeği ile nasıl yüzleştiler, psikolojik olarak neler yaşadılar bilemiyorum ancak bana yansıttıkları temel duygu cesurca “Biz buradayız!” demeleri. Bu cesareti, bazı yetişkinler gösteremezken, hele İren’ in birinci derece kan bağı olanlar gösteremezken…

O yüzden, yas bir dayanışma işi! O yüzden, yas tutmak; acıyı eli, kolu gibi vücudunun yeni bir parçası yapabilen cesur kalplerin işi! O yüzden, yas bir öğreti!

 

İren, her öğlen teneffüsü yanıma uğrardı mutlaka. Ben yerimde yoksam “Geldim, yoktun. Seni çok seviyorum.” yazan bir not bırakırdı masama. Biyolojik saatim çalıştı bu süreçte tabii. Her gün 11:40-12:00 arası saati bilmeden İren’ in gelme saati diyerek göz ucuyla ekrana baktığımda hep bu saat aralığını gördüm. Arkadaşları, sanki bunu bilir gibi her öğlen teneffüsü yanıma geliyor 7 aydır. Kimi sadece “Nasılsınız?” diyor, kimi o gün yaşadıklarını anlatıyor, kimi voleybol maçı veya sınavları için dua etmemi istiyor benden. Kimi, İren gibi bale yaptığı için, yıl sonu resitaline davet ediyor, kimi drama gösterisine. Her karşılaşmamız önce sarılarak, sonra İren’ i anarak sonlanıyor. Ödevlerine İren’ i iliştiren, sınıfta bir konu olduğunda İren’ den örnekler veren, her fırsatta onu sevgiyle anan bu güzel yürekli çocukların kalbimde kocaman bir yeri var artık. En komiği, kimisi “Gaye Abla,” diyerek hitap ederken, diğerinin “Hoca de hoca!” diye uyarması oluyor. Hepimizin yüzünde bir gülümseme beliriyor o an. Geçen gün bir kucaklaşma çemberi oluştu kendiliğinden, “Benim okuldaki kızlarım.” dedim onlara. İçlerinden bir tanesinin “Sizde okuldaki annemizsiniz.” demesiyle hissettiklerimi kelimelere dökmem mümkün değil.

Biz, bu küçük bedenli koca yürekli çocuklar ile İren’ in yokluğunda birleştik. Ben onları değil, onlar beni kuşattı. Ben onlarda İren’ in izlerini bulurken, onlar, İren’ den geride kalana sahip çıkıyorlar. Bunları bir büyük onlara öğretse yapmazlar tahmin ediyorsunuzdur. Ama bu öğreti başka işte! İçten, gönülden geçen samimi duygular bir davranışa dönüşüyor. Bu yüzden, ben bu çocuklara hayranım. Bazı yetişkinlerin yapamadıklarını şahane şekilde yapıyorlar. İnsanı hayrete düşürüyorlar.

Bir de başka türlü hayrete düştüğüm şeyler oluyor! Kabul edemiyorum bu vurdumduymazlığı, çabasızlığı, geç kalınmışlığı, hatta korkaklığı! Neyse, buralara fazla girmeyeyim. Sonra, günlerce, yaşatılan hayal kırıklığından çıkamıyorum. Öfkem içime sığmıyor. Ama bir gün yazacağım hepsini, çünkü tüm süreci yazarak, paylaşarak yaşadım. Geriye kalan konularda sürece çokça dahil, onları da yazmadan rahat edemeyeceğim anlaşılan. 

Kalbi küçük olmayanlar, şu yas sürecinde bile, vicdanlı tarafta durduğu için şanslı saysın kendini.  

22 Şubat 2025 Cumartesi

Geleceğin Yası

Sevdiği birini kaybettiğinde, sadece kaybının mı yasını tutar insan? Yoksa, kaybıyla birlikte yitip giden gelecek hayallerinin de mi?

Yas, sevilen birinin ölümünün ardından içsel bir deprem yaşayarak benliğinin alt üst olması değil mi? Akışını kontrol edemediğimiz bir hayatın içinde kalmıyor muyuz sevdiğimizi uğurladıktan sonra? O halde, onsuz, içinde bulunduğumuz hayatımızın da yasını tutmaz mıyız? 

Kişisel yasımın bu evresinde gelecekle mücadele ediyorum. İren’ le birlikte yaşayamayacak olduğum hayallerimin yasını tutuyorum.

İren' in ortaokuldan mezun oluşunu, diplomasını alışını göremeyeceğim; hatta diplomasını verecek olmanın gururunu yaşayamayacağım. Her sene özenle hazırlandığı bale resitallerinde onu sahnede izleyemeyeceğim artık. Voleybol takımıyla maçlara çıkmasını, sayı aldıklarında yaptığı sevincine şahit olamayacağım. Saatlerce provalarda ve antrenmanlarda bekleyemeyeceğim.

İren’ in genç kız olacağını, ergenlik sancıları ile boğuşurken nasıl bir yol alacağını, arkadaş ilişkilerinde sorunlar yaşadığında nasıl başa çıkacağını bilemeyeceğim. En yakın arkadaşlarını tanıyamayacak, onların okulda “Gaye Hocası”, dışarda “Gaye Teyzesi” olamayacağım. Arkadaşları ile gezme planları yaptığında, aklım kala kala izin veremeyeceğim. Bir kalp çarpıntısı yaşayıp, karnında kelebekler uçuştuğunda bana “Aşık oldum” demesini duyamayacağım. Anne-kız dertleşemeyeceğiz. Süse püse düştüğünde birlikte alışveriş yapıp, arkasından keyifli bir yemek yedikten sonra kahvelerimizi içemeyeceğiz beraber. Bundan sonra birlikte sinemaya, tiyatroya, bale resitallerine, operaya gidemeyeceğiz. Yeni bir gösteri geldiğinde “Bilet almamı ister misin?” diye soramayacağım. Taksim’ e her gidişimizde el ele İstiklal Caddesi’ ni turlayıp, sokak lezzetlerini tadamayacak, ardından Gezi Parkı' nda otururken kestane yediğini göremeyeceğim. Beşiktaş çarşısına her gittiğimizde uğradığı turşucuda turşu suyu içmesine şahitlik edemeyeceğim.

Liseye geldiğinde, onun müdür yardımcısı olamayacağım. Alan ve meslek seçiminde ondan daha çok heyecanlanmayacak, elimde bir mezuniyet fotoğrafı ile mezuniyet yıllığını tutamayacağım. Üniversite sınavı için okul kapılarında bekleyemeyecek, sonuçların açıklandığı gece uykusuz kalamayacağım. Bir işe başvurduğunda, kabul edilmesi için dualar edemeyecek, ilk maaşı ile güzel bir kutlama yemeğine çıkamayacağız.

Birlikte tatil planları yapamayacağız. Her sene onun istediği yere gitmek için şartlarımı zorlamayacak, sonunda istediği yere götürmüş olmanın verdiği hazzı yaşayamayacağım. Aynı denizde yüzüp, aynı gökyüzüne bakamayacağım.

Mutfakta birlikte yemek pişiremeyecek, soframızı beraber kuramayacağım. İstediği şeyleri ona alamayacak, aldığımda yüzünün ve gözlerinin ışık saçan ifadesi göremeyecek, “Teşekkür ederim canım annem!” demesini duyamayacağım. Banyodan çıktıktan sonra saçlarını koklayarak tarayamayacağım.

Büyümesine eşlik edemeyecek, her ne yaparsa yapsın, ne yaşarsa yaşasın yanında olamayacak, mutlu olduğunda kahkahalarına, üzüldüğünde gözyaşlarına ortak olamayacağım. 

İren’ le el ele dolaşamayacağım. Ona doya doya sarılıp koklayamayacağım. Sarılıp uyuyamayacak, sesini duyamayacak ve o gülen suratını göremeyeceğim.

İren' im, seninle dopdolu ama sensiz hayatımda, ömrümün sonuna kadar seni sevmekten hiç vazgeçmeyeceğim. Seni her gün daha çok özleyeceğim Balım.

9 Şubat 2025 Pazar

Sensiz 200 Gün...

İren’ im,

200 gün oldu sen cennete gideli. 200 gündür yasınla yaşıyorum. Seninle dopdolu ama sensiz bir hayatın içinde kaldım. Neler mi yaptım? Önce o ağır şoku atlatmaya çalıştım. Annenin etrafına görünmez bir çember kuruldu. Sanki, sen bana destek olmaları için birleştirdin herkesi. Öyle hissettim çünkü 20-25 yıldır görüşmediğim arkadaşlarımla bile buluştuk bu acıda. Çember kuranlar, benim nezdimde çok cesur dostlar. İnan sayılarını veremem sana, o kadar çok ki. Bir de yakınımda olan ama o cesareti gösteremeyenler oldu. Eskiden sık sık görüştüklerim birden kayboluverdi. Kızmıyorum; kızacak, alınganlık yapacak dermanım yok. Kırılmıyorum da.

Şöyle bir tespitim oldu annecim. Senin yaşlarında evladı olanların büyük bir kısmı duvar oldu. Herhalde kıskanırım diye mi düşündüler nedir bilmiyorum. Ömrümde kıskançlık diye bir duygum olmadı halbuki. Sadece şunları düşündüm. Bu kadar çocuk içinde neden İren? Ama bu, İren yerine başka çocuklar ölseydi demek değildi. Çocuklu arkadaşlarımla toplandığımızda, içimizde bir tek benim evladım yok artık dedim. Onlara karşı herhangi kötü bir duygu beslemek değildi bu. Neden senin ve benim başıma geldiğini anlamak için sorduğum yüzlerce sorudan birkaçıydı bunlar. Belki de bu gerçekle yüzleşmekten kaçmanın bir yoluydu bana karşı duvar olmaları.

Vefat edenin ardından yapılması gereken ritüeller ile başladık işe aşkım. 7’ si, 40’ ı, 52’ si… Sonra mezarını seçtim. Taşını, taşa yazılacak yazıyı… O kadar o kadar zor ki. Evladının mezar taşını, yapımını izlemek. İlk 3 ay her gün geldim ziyaretine biliyorsun. Sonra gün aşırı, sonra 3 günde bir derken bazı günler hiç gelmek istemedim. Seni orada görmek, o toprağın altında senin olman… Yakıştıramadım. Artık, maalesef alıştım.  

İlk 100 gün çok zor geçti. Her sabah senin olmadığın bir güne uyanıp, fotoğrafına günaydın demek, evden çıkarken fotoğrafını öpmek ve en kötüsü okula sensiz gitmek çok çok çok zordu. Odamda kahvaltı yapmadığını, zil çaldığında çantanı sırtına takıp sınıfına gitmediğini, öğlen teneffüsünde yanıma gelmediğini, çıkış saatinde beni beklerken ödevlerini yapmadığını ve okuldan el ele çıkmadığımızı bilmek, bunu yaşamak berbattı. Önceleri, okulda durup durup ağlıyordum, bazen kimse görmesin diye tuvalete saklıyordum kendimi. Artık, o kadar şiddetli gelmiyor ağlama krizleri. Beni bilirsin zaten, kan kusar kızılcık şerbeti içtim derim. Sevmem güçsüzlüğümü kimselere göstermeyi. Ancak, senden sonra ilk başlarda pek öyle olmadı. Cenaze günü ve takip eden belki 20-25 gün yerlerde süründüm herkesin içinde. Şimdi, gözlerim doluyor, sessiz sessiz akıyor yanaklarıma göz yaşlarım. Sanırım, rol yapabilmeyi öğrendim. Bu acının içinde büyüdüm, geliştim.

Evde uzun süre kaldığımda, deli sorular ile baş edememek beni depresyona sürükledi annecim. Zihnime saldıran “neden” li sorulara yer açmamak için kendimi oyalamam gerektiğini anladım. O yüzden, zihnimi sürekli meşgul etmek için yaratıcı yazarlık kursunu tamamladım. İkinci bir üniversiteye başladım. İlk dönemi bitirdim bile, bir tane alttan dersim kaldı anneciğim. Onu da hallederim, merak etme. Çok kitap okudum. Bizim seninle vazgeçilmez kitap okuma saatlerimizde artık yanımda sen yoksun ama ben okumaya devam ediyorum. Yas ile ilgili, ruhların yolculuğu ile ilgili, metafizik ile ilgili… Biliyorsun ki, benim yaşadığım her olayı bir mantık çerçevesine sığdırmam lazım. Yoksa, asla kabul edemem. O yüzden bu kadar çok neden diye soruyorum belki de. Gerçi, seni kaybetmiş olmanın  mantıklı bir cevabı olur mu, olsa bile seni kaybetmiş olmayı kabul etmem mümkün mü? Yas ile ilgili platformlar keşfettim, seminerlere katıldım. Yas ve Ölüm Bilgeliği platformunun e-dergisi Eşik’ e yazılar göndermeye başladım. Kuran-ı Kerim okumaya başladım. Varoluş sebebimizi daha derin kavramak istiyorum.

Senin için, eğitime destek fonu oluşturdum. İyiliklerle dolu kalbinle yaşıtlarına dokunuyorsun. Senin niyetinle çeşitli hayırlar yapmaya çalışıyorum elimden geldiğince. Manevi olarak rahatlatıyor beni ve senin için yaptığım her şey anneliğin nasıl sürdürülebilir olduğunu hissettiriyor bana. Annelik biten bir şey değil çünkü… Hele, evladını kaybeden anneler, anneliğin o kadar farklı bir noktasını tecrübe ediyor ki. Göremediği, dokunamadığı, koklayıp sarılamadığı, sohbet edemediği bir evlada annelik yapmak herkesin harcı değil. O yüzden, evlat kaybı yaşayan annelerin herkesten çok anne olduğunu düşünüyorum. Eski annelik çok kolaymış. İçindeyken gece uykusuz kalmak, her yere koşturmak, yorulmak zor gelse de aslında çok kolaymış. İnsanoğlu, yaşamadan bilmiyor canım.

Ben, sen gittiğinden beri hem bir yas danışmanından, hem de bir psikologdan destek alıyorum. Şengül Hoca’ yı ve Nermin Hanım’ ı tanısan sende çok severdin. Onlar, seni o kadar iyi tanıyorlar ki. Bizim ilişkimize hayranlar. Her seferinde seni yüzümde bir tebessümle anlatıyorum onlara. Bunun literatürdeki adı “yas gülümsemesi” ymiş. Ama her zaman o gülümseme olmuyor annecim. Bazen, fotoğraflarına bakarken içim acıyor. “Böyle bir şey olamaz!” diyorum ve sanki sen bir gün çıkıp gelecekmişsin gibi hissediyorum. Geçen gün bunu Tülin Teyzen’ le konuştuk. O da bir yerden çıkıp geleceğini düşünüyormuş. Öyle bir şey olsa çok şaşırırım, ne yaparız dedi. Ben hiç şaşırmam, sımsıkı sarılıp sevinçten ağlarım, biliyordum geleceğini derim ve şükrederim dedim. Ee, sen benim içimde büyüdün, 12 sene bile olsa senin için kocaman bir ömrü el ele yürüdük. Bence, senin annen olduğum için şaşırmam diyebiliyorum. Bir başka vefat eden çıkıp gelse sadece şaşırmam, korkarım elbette. Korku demişken, insanın hayatı iki nefes arası, saniyeler içinde nasıl değişiyor. Benim hiç korkum kalmadı İren. Ne başıma geleceklerden, ne felaketlerden, ne ölmekten… Hatta, bence ölüm kurtuluş benim için. Sana kavuşmak ölüm.

Bu arada, Şengül Hoca ile seni ve yasımı, yasın karmaşıklığını anlatan bir podcast çektik. Tabi ki, yayınlanan tüm podcastler içinde en çok izlenen sen oldun. Aksini hiç düşünmemiştim karar verdiğimde ama bu kadar çok kişiye ulaşacağını da tahmin etmemiştim. Yeni arkadaşlarım oldu İren’ cim. Yas arkadaşlarım. Benim gibi evlat kaybı yaşayan anneler. Onların melek yavruları ile cennetin bir köşesinde buluştuğunuzu hayal ediyorum. Siz orada özgürken; biz burada, dünya hapishanesinde müebbet yemiş anneler olarak aynı çaresizliğin içinde birbirimizi herkesten daha iyi anlıyoruz. Onları yüz yüze tanımasam da çok seviyorum. Hepimiz, habersizce aynı şeyleri yapıyoruz biliyor musun? Evlatlarımızın fotoğraflarını, videolarını paylaşıyoruz. Bir şiir, bir şarkı, bir dua, yası anlatan bir söz… Bu da dijital çağda yas tutmanın getirdiği bir şey sanırım. Aslında, hepimiz herkese evlatlarımızın halen annesi olduğumuzu, sizlerin halen bizim bebeklerimiz olduğunuzu duyurmak istiyoruz. Çünkü, bazı insanlarda şöyle bir algı var annecim: gitti ve bitti. Hadi ya! Şimdi, mektubumun şikayet bölümü başlıyor. İren’ cim, sen gittiğinden beri anlatmak istediğim bir şey var: yasın doğrusu, yanlışı yok; süresi yok. Yas tutanın kimlik kaybı duygusu çok ağır. Zaten tüm bu yaşadıkları başlı başına taşınacak bir yük değilken neden anneliği devam ettirme arzumuz, şeklimiz sorgulanıyor. Bazen, içimden başka bir Gaye çıkıpta; sen yaşarsan şu an bana akıl verdiğin gibi yaparsın dememek için zor tutuyorum kendimi. Bazı tavsiyeler veriliyor annecim. Yeni bir eş bulmak, yeniden çocuk yapmak, kedi-köpek almak, evlat edinmek gibi… Ah ah ah ah! Bunların hepsini ben şöyle duyuyorum: Bir eş, yeni bir çocuk veya bir evcil hayvanı İren’ in yerine koy. Şimdi, ben bu insanlara neyi anlatayım. Senin yerini ne doldurabilir ki? Aslında iyi niyetle düşünerek ne söylemek istediklerini biliyorum. Kendini kapama, hayat devam ediyor, yaşamın sana güzellikler sunmasına izin ver demek varken neden senin yokluğunu bir eşin, yeni bir çocuğun dolduracağını ifade ederek, kaybımı küçültüyorlar. Neyse, benim bundan sonra ki derdim iş güç değil tatlım. Benim derdim yas cehaleti ile mücadele etmek. Biliyorsun ki, kafama bir şeyi koyarsam da yaparım. Ama, değiştim çok annecim. İlla bu olmalı diye bir ısrarım yok artık, olursa olur olmazsa olmaz. Olmayan şeyler ile dünyanın sonu mu geliyor sanki? Geleceğe dair yapılan tüm planlar, kocaman bir hayal kırıklığı bırakıyor insanın kucağına.

Bu arada, ülkede çok büyük bir felaket yaşadık bebeğim. Kartalkaya’ da bir otel yandı ve bir sürü çocuk can verdi aileleri ile birlikte. Çok üzüldüm, kahroldum. Ancak, kimse bana kızmasın, birlikte bu dünyadan ayrılan anne-çocukları kendimden şanslı gördüm. Geride kalmanın ne boktan bir şey olduğunu biliyorum çünkü. İmrendim onlara. Tabii, o ailelerden de geride kalanlar oldu. Anneanneler, dedeler, bazı anneler, bazı babalar. Baba demişken, şu 200 günde 2 tane baba ile tanıştım evladının yasını tutan. Diğerleri ortada yok. Tabii, bu beni sinir etti. Çıkıp “nerde bu babalar” demek istiyorum bazen. Bu da literatürde var aşkım, araçsal yas tutuyor babalar, anneler gibi sezgisel yas değil. Bunu ayrı bir yazı konusu yapayım, kafan şişmesin şimdi canım.

Senden yarım kalan şeyleri tamamlamaya çalışıyorum aşkım. Baş ucu kitabını bitirdim. Sen gibi okudum. Galatasaray’ ın peşini bırakmış değilim. Senin kadar olmasa da takipteyim. Eski öğrencilerim Galatasaray ile ilgili bir gelişme oldukça paylaşıyorlar benimle. Transferler, maçlar, goller bende… Sana bir sürprizim olacak hatta. Şimdi, olsan sürprizi söyletene kadar başımı yerdin o tatlış tatlış hallerinle ve tabi ki dayanamayıp söylerdim. Belki de biliyorsundur ne olacağını.

Bu arada, anneannen ve deden hepimiz birbirimize desteğiz canım. Hiç merak etme. Büyük anneannen iyi değil. Artık, yürüyemiyor, tüm bakımını anneannen yapıyor. Sana yaptığı güzel yemekleri yapmıyor artık anneannen. Senin sevdiğin şeyleri pişirmek zor geliyor ona. Kendini örgüye verdi. Onun terapi şekli bu. Deden, anneannene göre daha zor yaşıyor sensizliği. Çok ağlıyor, bugün seni ziyaret ettikten sonra öyle ağladı ki, kalp krizi geçirecek sandım. Ama inan korkmadım. Çünkü biliyorum ki, bizim evden kim gitse bu dünyadan, sana kavuşacak. Bazen, şakalaşıyoruz kendi aramızda. Benden önce giden olursa çok kıskanırım, arkanızdan söylenirim haberiniz olsun diyorum. Anneannen kızıyor bu söylemlere, o da anne olarak geride kalan olmak istemiyor tabii. Bencillik etme diyorum ona. Ağlamaya başlayınca susuyorum.

Odan aynı. Eşyaların olduğu gibi duruyor, el sürmeye cesaret edemedim. O gücü bulamadım kendimde. Yalnız çok dağınık İren. Kışlıkları yerleştirmediğim için her şey yatağımın üzerinde. Sen olsan aklını kaçırırdın o dağınıklıkta. Hiç bir şey yapmak istemiyorum sensiz. Bende geçemedim odamıza henüz. Aslında, tüm anılarımız orda olduğu için eskisi gibi yatağının karşısında uyumayı istiyorum ama dediğim gibi annecim, kafamı çevirdiğimde senin yatağını boş görecek olma düşüncesi içimi ürpertiyor. Ömrüm yeterse o da olacak elbette biliyorum. Zamanı gelince, kendimde o gücü bulunca.

Rüyalar 😊 Canımın içi, beni hiç yalnız bırakmadığın için teşekkür ederim. Sohbet ettiğimiz rüyalar (o kadar özel ve kıymetli ki, senden gelenlerle tutundum hayata), seni tanımlayan hallerinle geldiğin rüyalar… 4-5 gün görmezsem anında modum düşüyor, o yüzden hep gel olur mu? Ve kelebekler… Ve en çokta kuş tüyleri… Sayısını bilmediğim kadar çok… Hemen hemen her sabah okul koridorunda bulduğum minik beyaz tüy ile günaydın diyorsun bana biliyorum. İki gece hastanede kaldığımda, anneannenle koridorda yürürken, tam da İren olsa bana nasıl bakardı derken tüyün ayağımın ucuna düştü. Ertesi sabah tekrar. Bu da yas literatürünün parçası. Sizler, geride kalanlara “ben buradayım” diyorsunuz. Sadece, ben yaşasam delirdim derdim belki ama o kadar çok var ki benzer hikaye. Tüm kayıp yaşayanlar aynı anda delirmiş, aynı şekilde bir kuş tüyünün peşinde aklımızı kaçırmış olamayız.

Geçen hafta, dedenle evin biraz ilerisindeki millet bahçesinde yürüyüşe çıktık. Dedenle kol kola ilerlerken ikimizin de ağzını bıçak açmadı. İren burayı görmedi hiç diye kendimi suçlarken tüyünü yolladın bana (kendimi boşuna suçlamışım çünkü deden seni oraya götürmüş ama bu seferde ben neden getirmedim sorusu kemiriyor insanın zihnini). Bu arada, seninle gitmediğim bir yerde nasıl bir suçluluk hissediyorsam, seninle gittiğimiz yerlerde de aynı duyguyu yaşıyorum. Aslında, bence geride kalan olduğum için suçluyorum kendimi. Bu dünyadan cennete yolculuğunda seni tek başına bırakmış olmanın suçluluğu belki de bu. Sanki kendi elimdeymiş gibi. Bunlar hep annelik işte canım.

Balım, seni çok sevdiğimi, çok çok çok özlediğimi söylememe gerek var mı son sözlerimde? Ben, seninle dopdolu ama sensiz hayatımda, yalnız ve çaresiz kaldım. Ama, içimde, ne zaman olacağını bilmesem de, bir gün kavuşacağımızın, hatta hiç ayrılmamak üzere kavuşacağımızın umudu ile devam etmeye çalışıyorum bu sensiz dünyada. Seninle, sen hayatteyken kurduğumuz bağ ile, sonsuz sevgimiz ile…

İyi ki hayatımdasın. İyi ki hayatımın en özel, en değerli parçasısın.

Annen

29 Ocak 2025 Çarşamba

YAS GÜNLÜKLERİ -4- Bağ Kurmak

İren’ imi kaybettiğim anda doktorlar ve yakınlarım önce bana sakinleştirici yapılmasını istediler. Cenaze günü içinde aynı fikri sundular ve sonrasında taziyeye gelen çoğu yakınımdan benzer şeyleri duydum. Sandılar ki, ilaçlar söndürecek yürek yangınımı. O yangını iliklerine kadar hissetmedikleri için sönebilir diye düşündüler. Hiçbir ilacın, yüreği yanan bir anneye tesiri olmayacağını tahmin edemediler.

Bense, her “ilaç” denildiğinde “Acının içinden geçmeden, dışına çıkamam.” diyerek reddettim. Tıpkı, yasın içinden geçmeden, onunla uzlaşmadan, yasımla yaşamayı öğrenemeyeceğimde ısrar ettiğim gibi. Benim yasım, ömrüm boyunca taşıyacağım hayatımın yeni bir parçası. Hem size bir sır vereyim; yasa teslim olmak kaybı kabullenmekten daha kolay. O yüzden, ben yasıma teslim olmayı seçiyorum. Çünkü, bu teslimiyetin İren’ le kurduğumuz ilişkiyi yokluğunda da sürdürebilmenin yollarını daha kolay bulmama yardımcı olduğunu keşfettim.

Bizim anne-kız ilişkimiz her zaman hayranlık uyandırmıştır. Ben içindeyken bunu fark etmiyordum. Yakınlarım ilişkimizin gücünden bahsettiğinde bana çok olağan geliyordu. Herkeste böyledir diye düşünüyordum. Ancak, İren’ i kaybettikten sonra, farklı bir anne-kız ilişkimiz olduğunu daha net gördüm. Çok sevdiğim, bir gün bile ayrı kalamam dediğim evladımı dokunamadan, konuşamadan, koklayamadan aynı derecede sevebildiğimi; bu sonsuz sevginin yanına ağır bir yük olan özlemi de katarak yola devam etmeye çalıştığımı gördükçe dayanıklılığımın geliştiğini fark ettim. 6 aydır bu acı içinde “ilaçsız” ayakta durabilmem İren’ den, sevgimizden, hayattayken onunla kurduğumuz bağdan kaynaklı.

Bağ kurmak, ebeveynlerin çocukla kurduğu ilişkiyi, sevgiyi ve duygusal yakınlığı tanımlar. Karşılıklı anlayış, duygusal destek, güven ve kabul üzerine inşa edilmesi gereken bir şeydir bence. Fedakarlık gerektirir. İçten gelir. Sonradan oluşmaz. Sevdiğin kişiyi yokluğunda aramaktır, merak etmektir bir parçası. Yerini başka hiçbir şeyle dolduramamaktır. Karşılıklıdır. İren’ le bağımız böyle şekillenmişti. Ve ben bu kuvvetli bağı yokluğunda da devam ettirmeye çabalıyorum çünkü sevgi bitmiyor.

İngiliz psikolog John Bowlby’ nin geliştirdiği Bağlanma Teorisinden yola çıkarak, “Yas Uzun Bir Veda” kitabında şöyle diyor Şengül Hablemitoğlu: “… kişisel olarak bağlanma modelimiz yas sürecini etkileyen faktörlerden sadece biri. Örneğin, güvenli bağlanan kişiler daha çok özlem duyarken ve kaybettikleri kişiyi ararken, kaygılı-kararsız bağlanan kişilerin yoğun kaygı ve suçluluk arasında sıkıştıkları saptanmış.”

Yani, sevdiklerimiz hayattayken onlarla kurduğumuz bağ yasımızı şekillendiren etmenlerin arasında yer alıyor. O yüzden, bağ deyip geçmeyin!

28 Ocak 2025 Salı

Kartalkaya'nın Ardından...

“Acı duyabiliyorsan canlısın, başkalarının acılarını duyabiliyorsan insansın.”

                                                           Tolstoy

 

Bir haftadır, her gece İren’ imle birlikte Kartalkaya otel yangınında kaybettiğimiz hayatlar geliyor gözümün önüne. Bu faciada, 78 kişi vefat etti. Bunların 36’ sı çocuk! Yangın, en az 30 aileyi etkiledi. Hem de saatler içinde! Okuduğumuz, izlediğimiz şeyler için söyleyecek söz bulamıyorum!

Ben, bu ülkede ne yaşlılara, ne kendi yaşıtlarıma, ne de her biri yurtdışına gitme fırsatı arayan gençlere üzülüyorum. Ben bu ülkede sadece çocuklara üzülüyorum! Bir dönem çalış, karneni al. Ailen, kısa bir mola vermen ve birlikte vakit geçirebilmek için muhtemelen en sevdiğin şeylerden biri olan karların içinde bir tatil planlamış. Ve gecenin kör karanlığı… Ah! Ah! İnsanlar, ölümlerden ölüm beğenmenin çaresizliğini yaşıyor. Odanın dışına mı çıksam, camdan mı atlasam…

İtfaiye saatlerce yok… Bu ülkede ambulanslarda saatlerce yok…

Ve ben gecelerdir, şu an hayatta olmayan kızım hayatta olsaydı, biz o otelde olsaydık ne yapardık diye düşünüyorum… Biliyor musunuz, ben her otelde kaldığımızda, sinemada, tiyatroda, İren’ e önce yangın çıkışlarını gösterirdim; kapılarının açılacağına ve sağlıklı şekilde tahliye edileceğimize inanarak. Bunu bilen çevrem abarttığımı söylerdi genelde. Arkadaşlar, bu ülkede şansa yaşadığımızı, bizi bizden başka kimsenin koruyup kollamayacağını anlamak için, paranoyak olmak için fazlasıyla olayla karşılaşmadık mı?

O ailelerden geride kalanları düşünüyorum. Kayıplarının ardından daha ilk haftaları. Henüz şoktalar, ama bir yandan da içlerindeki öfkeyi atmak, kayıplarının sorumlularını bulmak için çaba göstermeye başladılar. Hatırlarsanız bende İren’ i kaybedeli daha 10 gün olmadan, adını anmak dahi istemediğim o hastalıkla ilgili bir farkındalık oluşturmak ve ülkemizdeki ambulans sorununa çözüm bulmak için harekete geçmiştim. Görüştüğüm onlarca otoriteden duyduğum tek ortak cümle vardı: “Nadir hastalıkların tedavi masraflarından dolayı duyulması istenmiyor. Size yardımcı olamayız. Düzen böyle.” İşte bu yüzden, otoriterle sonuca ulaşmayacak bir çaba yerine, kendi başıma yaşadıklarımızı ve yasımı duyurmaya çalıştım. 

Bu yangın elbette farklı. Bu kollektif bir durum. Birlik içinde, toplum baskısı ile yetkililer sonuca ulaşacaktır. Ancak, maalesef şu çok acı bir gerçek ki; suçlular bulunup hepimizin içini bir nebze soğutacak cezalar verilse bile, gidenler geri gelmeyecek. O aileler, ömürleri boyu bu üzüntüyle yaşamaya mahkumlar. Bu acı olayı önleyememiş olmanın verdiği çaresizlik hissi zihinlerinden hiç çıkmayacak. Kafalarına acımasızca hücum eden yüzlerce soru olacak. Neden? Her bir soruya zaman içinde cevaplar bulabilecekler belki ama yas sürecinde cevabı olmayan tek soru “Neden?” in yanıtını hiç kimse veremeyecek. Travmatik yas dediğimiz bu süreç geride kalanlar için sonlanmayacak. Beklenmedik ve ani olarak kaybedilen sevdiklerimizin ölüm şekilleri de yasımızı etkileyen faktörlerden biri. Bu faciada, geride kalanların yas süreçlerini sağlıklı yürütebilmeleri mümkün mü sizce? Peki, bizler, toplum olarak daha kaç tane kollektif yas tutacağız? 



2 Ocak 2025 Perşembe

“Birlikte eskimek çok güzel, eksilmedikçe…”

Bu yazıyı, yeni bir yıla umutla giren hiç kimseyi üzmek için yazmıyorum… Amacım sadece hislerimi paylaşarak kendime şifa olabilmek…

Yas sürecinde, özel günler daha sarsıcı oluyor…

Bu süreçte; bizim için çok anlamlı olan; doğum günleri, İren’ in her yıl görev aldığı okuldaki törenler gibi birkaç özel gün geçirdik. Hepsi acıttı ancak, eski yaşantımda çok anlam yüklemediğim yılbaşı, yüreğime bir bıçak sapladı. Yetmedi, kalbimin ortasında çevirip durdu o bıçağı…

Tüm “İyi seneler” dilekleri gözlerimden yaş olarak süzüldü…

İçinde “iyi” kelimesinin geçtiği hiçbir şeyi duymak istemiyor insan yas sürecinde. Ne iyi olabilir ki, bundan sonra yeni bir yıl ya da hayatın kalanı ne kadar iyi olabilir?

O sofra eksikti… Çorbalarımızı içerken bu eksikliğe döktük gözyaşlarımızı ailece… Önce biri kalktı masadan, sonra diğeri… Ben kendimi, soğuk havaya rağmen, balkona attım. Ve orda her yeni yıla girerken İren’ le biriktirdiğimiz anıları hatırladım… Daha çok ağladım ama tebessümde edebildim anılarımıza tutunarak…

Her çocuk gibi, İren içinde yeni bir yıla girecek olmak heyecan vericiydi. Günler öncesinde, anneannesine yemek listesi hazırlardı çok yiyen bir çocukmuş gibi. Haftalar öncesinde istediklerini seçer ve kimin ne alacağını belirleyerek, bir nevi görev paylaşımında bulunurdu. Ben genelde, O, hediyesini seçmeden almış olurdum. Sonra kendi istediği şeyi söylediğinde, “Bunu alamam, çok pahalıymış.” derdim. Yılbaşı ağacının altına koyulan paketleri 00.00’ ı bekleyemeden açardı. Benim alamam diyerek almadığımı sandığı hediyeyi gördüğünde şaşırıp, çok sevinirdi. Sonra alıştı bu yaratıcı sürpriz yapma şeklime ve “Alacağını biliyordum zaten, hep alamam deyip alıyorsun.” derdi. Yine de yüzünden okunurdu sevinci. 00.00’ da önce anne-kız kucaklaşmamızı yapardık. Atılan havai fişekleri balkondan izlerken telaşla “Çok yaklaşma, dikkat et!” demeden alamazdım kendimi 15. katta oturduğumuzu hatırlatarak. Tabi, benim uykum ondan önce gelirdi ve O, ısrarla ertesi gün tatil olduğu için sabaha kadar oturmak istediğini söylerdi. Geç saatlerde uyumak çocuklar için büyümenin bir göstergesi. Ve 1 Ocak… Her 1 Ocak, anne-kız birbirimizin yanına uzandığımız, dakikalarca yatakta keyif yaparak sımsıkı sarıldığımız bir gündü.

“Dedeme söylesem bizi dışarı götürür mü?”

Her 1 Ocak, İren’ in sevdiği bir yerde ailece yapılan kahvaltı ile başlardı.

2024 eksik bıraktı beni… 2025 ve sonrasının da bu eksikliği tamamlayamayacağı aşikar. O yüzden, aslında yeni bir yılın sadece takvimden bir yaprak götürdüğünü kabul ederek devam etmek lazım belki de… Ama bu dile geldiği kadar kolay olmuyor maalesef… İnsan arıyor, arıyor, arıyor ve yasın karmaşık çaresizliği içinde aradığını bulamadan yeni bir güne uyanıyor… Her gün gibi olduğunu bilsen de özel günler daha da sarsıcı oluyor…

Nazım Hikmet’ in “Birlikte eskimek çok güzel, eksilmedikçe…” sözüyle eksilmeyeceğiniz bir yeni yıl diliyorum hepinize… Eksilmenin ne kadar kıyıcı bir duygu olduğunu bilerek...