23 Eylül 2025 Salı

-mış gibi yaşamak...

-mış gibi yaparak yaşadınız mı hiç?

Hiçbir şey olmamış gibi, her şey yolundaymış gibi, üzgün değilmiş gibi, mutluymuş gibi, altında ezildiğin duygu yükü hafifmiş gibi, hayata öfkeli değilmiş gibi, içtiğin kahveden yediğin yemekten dinlediğin sohbetten keyif alıyormuş gibi…

Hayatınızın bir noktasında elbet olmak istemediğiniz şekilde davranmak zorunda kalıp, -mış gibi yapmışsınızdır…  

Peki, bir ömür böyle yaşamak zorunda olduğunuzu bilmek…

Ben, bir yılı aşkındır -mış gibi yaşıyorum hayatı… Zerre haz almadığım; onsuz, bir daha gerçek anlamda mutlu olmayacağımı bildiğim; istemeden, birdenbire kendimi bambaşka bir hayatın içinde bulduğum; kalan ömrümü İren’ siz yaşamak zorunda kaldığım için -mış gibi yapıyorum…

Gözümü açıp kapadığım her yeni günde, fotoğrafına “Günaydın” ve “İyi geceler” diyorum sanki karşımdaki yatakta yatarmış gibi…

Evden çıkıyorum, eve dönüyorum sanki yanımdaymış gibi… 

Aynada kendime baktığımda, o bakıyormuş gibi hissediyorum… Sanki, “Sen dünyanın en güzel annesisin” dediğini duyarmış gibi…

Gün içinde yaşadıklarımı, “Annişkom sen iyi ki benim annem olmuşsun, seninle gurur duyuyorum” dediğini bilirmiş gibi paylaşıyorum onunla...

Dışarda dolaşırken, elini tutuyormuş gibi yürüyorum… Etrafı kolluyorum, korumak istermiş gibi…

Eve dönerken, eksikleri alıyorum sanki ona yemek hazırlayacakmış gibi… 

Çok sevdiği ayranı içiyorum, beraber içermiş gibi…

Akşam, rahatsız etmek istemediğim için odasına giremiyorum sanki ödevlerini yapıyormuş gibi… 

Galatasaray maçlarını kaçırmıyorum sanki onunla izlermiş gibi…

Dışardaysam, geç kalacağım endişesi yaşıyorum sanki evde beni bekliyormuş gibi… Haber vermek için mesaj yazmak istiyorum sanki okuyacakmış gibi…

Uyku saatinde, yatağının üzerindeki pijamaları öpüyorum onu öpermiş gibi…

Gece uyandığımda, yastığına dokunuyorum saçını severmiş gibi… Pikesini düzeltiyorum üstünü örtermiş gibi…

Özlediğimde, sesini duymak istiyorum sanki benimle konuşacakmış gibi… Kıyafetlerini kokluyorum sanki kokusunu tekrar duyacakmış gibi… Sarılmak istiyorum, öpmek istiyorum sanki dokunabilecekmiş gibi… Fotoğraflarına bakıyorum, videolarını izliyorum, anılarımızı canlandırıyorum hafızamda sanki bir gün çıkıp gelecekmiş gibi…

Bir gün 24 saat… 

İren’ im, sen gittikten sonra dünya durmamış gibi, -mış gibi yaşayarak 10080 saat yaklaşmışım sana…


25 Ağustos 2025 Pazartesi

Acıya Bağışıklık Kazanmak

O ilk günlerin karanlık bir gecesinde, kolumu ısırırken buldum kendimi.

Farkında bile değildim ne yaptığımın.

Canımın acıyıp acımadığını kontrol ediyordum istemsizce.

Canım acımıyordu.

Ben o karanlık gecede anladım, bir daha canımın kolay kolay acımayacağını.

Aylar geçti, takvimler “1 sene oldu İren gideli” dedi acımasızca.

1 gün ayrı kalamam dediğim kızımdan 365 gündür ayrıydım.

365. gün, yanımda olmak isteyen herkesi geride bırakıp, yanında olmak istediğimin yanına koştum.

Başında ağlarken, 1 sene önce orda ne halde olduğumu anımsadım.

Canım acımıyordu ama kendime acıyordum.

Halime, çaresizliğime, İren' sizliğime acıyordum.

Duamı ederken, bir yandan “Allah’ ım yardım et!” diye yalvardım.

İren’ in bu halime üzüleceğini bildiğim için defalarca özür diledim ağladığım ve isyan ettiğim için çünkü benim içim ne kadar acırsa acısın, onu acıtamazdım.

Anneydim! 

Arabaya bindim.

Alıp başımı gitmek istedim hiç bilmediğim yerlere.

Ama, duaya gelecek olanları karşılamam lazımdı.

Boş ver, bas git derken bir yanım; anne yanım olmaz dedi, görevimi layığıyla yapmalı, kızımın duasında “Amin” demeliydim.  

Yol boyu, önümdeki arabaları ve trafik ışıklarını bulanık görecek kadar ağladım bağıra bağıra.

Durdum bir benzinlikte, oturdum, kendime benzin doldurdum bir bardak kahvenin yanında içilen iki sigara ile.

Yola devam ettim.

İkinci molaya ihtiyaç kalmadan, evimizin kapısına geldim.

Gözyaşımı sildim, zili çaldım.

Beni bekleyen, İren’ in anneannesi ve dedesini de asıl olmak istedikleri yere gönderdikten sonra, dostlarım geldi tek tek.

Yine, 1 sene önceki gibi kalabalık olmaya başladı evimiz.

Her gelen ile sarıldık, acımı paylaştılar, onların gözleri dolarken benim gözyaşlarım donmuştu.

“Ben hiç ağlamıyorum, normal mi?” diye sordum.

Neye dayanarak bilmiyorum, normal olduğunu söylediler, onlarda bilmiyorlardı bence.

Hoca, “Merhum yavrumuz Arya İren Yıldırım’ ın ruhuna…” diyene kadar gözümden bir damla yaş akmadı.

Dua okunurken, 1 sene önce bulunduğumuz aynı salonda ne halde olduğumu hatırladım ve yine acıdım kendime.

Canım acımıyordu ama ben kendime acıyordum.

İren’ sizliğime acıyordum.  

Ertesi gün, yani 1 gün ayrı kalamam dediğim kızım olmadan 366. güne uyandığımda, hissizleştiğimi fark ettim.

Ne fotoğraflarına bakabiliyordum, ne onu düşünebiliyordum.

Sanki o 365 gün hiç yaşanmamış, hatta 12 yılımız hiç yaşanmamış gibiydi…

Kendime ve İren’ e bir yabancı olmuştum.

Acıma yabancılaşmıştım.

Bir hafta kadar sürdü bu halim.

İren’ ime, 12 yılımızın her bir anına, acıma, yasıma ihanet ettiğimi hissettim.

Sonra, taşlar yavaş yavaş yerine oturdu.

Ben artık acıdan, ağlamaktan, onsuz bir dünyaya adapte olma gayretimden yorulmuştum.

Kısa bir mola vermiştim fark etmeden.

Bugün, bir yazı çıktı karşıma: “Yas, yaşamın içindedir… Gülmeyi durdurarak tutulmaz… Hiçbir acı, yaşamdan kopuk yaşanmaz. Ara ara saptırmadan, dinlenmeden, hatta acıya duyarsızlaşmadan olmaz…” diyor Klinik Psikolog Özge Orbay.

Tıpkı, benim yaşadığım gibi...

Hissizleştim dedim ya, ben, acıya duyarsızlaşmışım aslında.

Çünkü, sayısını bilmediğim kadar acı iğneleri batıp batıp çıkmış bedenime, kalbime, beynime, ruhuma 365 günde.

366. günde, hiçbir iğne acıtmaz olmuş canımı, alışmışım, aşılanmışım acı iğneleri ile, başka acılara bağışıklık kazanmışım yaşadığım tarifsiz acıyla…

O yüzden, bir daha canımın kolay kolay acımayacağını anladığım o gece gibi, sadece fiziksel değil, içsel olarak da başka acılarla acımıyor içim.

İren’ sizlikten başka hiçbir şey acıtmıyor canımı…


22 Ağustos 2025 Cuma

Keşke...

İren’ ciğim, sen bu dünyadayken, az olduğuna şükrettiğim “keşke” lerimi ve sen bu dünyadan gittikten sonra çoğalan “keşke” lerimi anlatmak istedim sana…

Keşke, kızdığım zamanlarda gözümü pörtletmeseydim sana… Gerçi buna alışmıştın, öğrencilerine kızar gibi kızma bana derdin…

Keşke, benimle uyumak istediğin gecelerde “Olmaz, koca kız oldun” demeseydim, her istediğinde koynuma alsaydım seni…

Keşke, içmeyi sevmediğin balık yağını içmen için ısrar edip, içmediğini anladığımda “Beni mi kandırıyorsun” demeseydim sana…

Keşke, tabletinle daha çok oynamak istediğinde “Artık yasak” diyerek saklamasaydım tabletini ve o kalbimi delen bakışına şahit olmasaydım…

Keşke, sen bu dünyadan ayrılmadan 12 gün önce gördüğüm rüyayı anlayabilseydim… Bir şey değişebilir miydim, hayır…

Keşke, GBS denilen saçma hastalığa neden olan Campylobacter Jejuni bakterisi olmasaydı bu dünyada…

Keşke, o bakterinin bulaşacağı şeyleri yedirmeseydim sana… Sen, bu dünyadan gitmeden önce, son 21 günde neler yediğini gün gün çıkardım biliyor musun? (Bence sen buna hiç şaşırmadın, “Yapmıştır benim annem” dedin) Bir akşam, sana soyduğum şeftaliyi iyi yıkamadığımdan başlayıp, yediğimiz salatanın malzemelerini de iyi yıkamamış olmamdan devam ettim… Fırında pişirdiğim, hepimizin yediği tavuğu satan kasap ile kavga ettim kendi kendime… Sonra, yüzerken bir deniz canlısı tarafından ısırılmış olabileceğini kurguladım kafamda, nasıl fark etmedim vücudunda olmayan ısırık izini diye suçladım kendimi… Isırılsa hisseder söylerdi diyerek bu fikri rafa kaldırdım. Deniz kenarında midye yemek istediğinde izin vermeseydim keşke… Onlarca seçenek arasından, o midyeden olduğunu hissediyorum her şeyin ve anneler hislerinde pek yanılmaz… Ama çok severdin midyeyi, onlarca yerdin bir oturuşta, kıyamazdım sana keyifli bir yaz tatili günü “yeme” demeye… Keşke, suratını assan da, ağlasan da, “yeme” deseydim…

Keşke, yapılan kan tahlillerinde yüksek çıksaydı enfeksiyon değerin… Keşke, normalden yüksek çıkan B12 değerinden şüphelenseydi doktorlar. “Neden yüksek?” diye sorduğumda, vücudun dışarı atamadığı bilgisi ile geçiştirmeselerdi… Keşke, ben tıp okumuş olsaydım ve bilebilseydim hepsini… Keşke, seni geri getirmeyecek bu bilgileri sonradan öğrenmeseydim, bilseydim önceden…

Keşke, hastanede son günün olduğunu bilmediğimiz o son günde, aşağıdaki en sevdiğin kahve dükkanından istediğin mangolu ejder meyveli soğuk içeceği alsaydım sana. “Miden rahatsız, daha kötü yapar annecim, ben çay alayım sana” demeseydim… Ne yaptım biliyor musun? O aptal hastanenin kafeteryasına sadece o içeceğin olup olmadığını sormak için gittim senden sonra. Orada satılmıyormuş meğer, belki de senden sonra ilk kez bunu duyduğumda yüzümde bir tebessüm oldu. İstesem de alamazmışım çünkü yokmuş. Son isteğin olduğunu bilmediğim son isteğini yerine getirememenin vicdan azabını biraz hafifletmiş oldum işte…

Keşke, mavi kod verildiğinde yanına girebilseydim dedim aylarca… Bu bir “iyi ki” ye dönüştü İren’ cim. İyi ki giremedim de, ne göreceğimi tahmin ettiğim o anları yaşamadım. Çok mu bencilce annem bu düşünce? O anlar yok hafızamda, ama cesurca elini tutmak isterdim yine de… Belki hissederdin, filmlerdeki gibi bir mucize olurdu, kalbin atmaya başlardı tekrar…

Keşke, sen değil de ben gitseydim bu dünyadan… Sen bu acıya nasıl dayanırdın bilmiyorum. O yüzden, hangimiz önce gitsek hikayemiz yarım kalmayacak mıydı diye soruyorum kendime. Bizim hikayemiz bir şekilde yarım kalacaktıysa, bencillik yapmanın alemi yok, anne olduğumu hatırlıyor ve senin bu acıyla kalman yerine benim kalmamın daha adil olduğunu düşünüyorum. Ne saçma düşünceler değil mi? Hayat, insanı öyle bir hale getiriyor ki… Evladının yokluğunda, evladının böyle bir acıyı yaşamamış olmasını teselli olarak görüyorsun… Keşke, tesellilere hiç gerek kalmasaydı…

Düşünüyorum… Hangi “keşke” değişebilir ki yaşadıklarımızı, hangi “keşke” geri getirebilir ki seni?

Keşke, kader denilen yazgının önüne geçebilecek gücüm olsaydı bir anne olarak… Aciz bir kul olmasaydım…

Keşke ölüm diye bir şey olmasaydı hiç, keşke hiç kimse en sevdiğinden çaresizce ayrılmak zorunda kalmasaydı… Keşke…

21 Ağustos 2025 Perşembe

Yasında Bir Gururu Var!

Geçen hafta, benim gibi evladının yasını tutan bir arkadaşımla buluştuk. Daha önce hiç karşılaşmamış, hiç konuşmamış iki yaslı anne olarak 7 saate yakın sohbet ettik. İnanılır gibi değil, di mi? Hele, benim gibi yeni tanıdığı kişilere mesafeli duran biri için hiç inanılır değil ama oluyor. Acı öyle bir birleştiriyor ki kendime bile hayret ediyorum bazen.

Yas atölyelerinde denk gelmiş, sosyal medyadan takip etmeye başlamışız birbirimizi fakat ikimizde unutmuşuz bunu. Sohbet ederken kurduğumuz cümleler tanıdık gelince nasıl karşılaştığımızı hatırladık. Buluşma hikayemizde çok enteresan ama o bizde kalsın.

Katıldığımız atölyede, arkadaşımın bir cümlesi beni çok etkilemişti. İşe giderken yol boyunca ağladığını, iş yerinin önüne geldiğinde gözyaşını silerek rujunu sürdükten sonra içeri girdiğini söylemiş ve eklemişti “Benim orada sorumluluklarım var”. Bende, bu cümleyi duyduktan sonra, sorumluluklarımı hatırlamıştım. Ertesi gün, eskiden olduğu gibi makyaj yaparak işe gitmeye başlamıştım. (hiç tanımadan, aynı yaşanmışlıktan, birbirimize ne güzel örnek olduğumuzun yeni bir kanıtı size)

Makyaj yapınca, oje sürünce ya da kuaföre gidince, beğendiğin bir şeyi alınca yasın bitiyor mu? Bir şey değişiyor mu hayata karıştıkça? Özlemeyi kenara mı koyuyorsun? Sevmekten vaz mı geçiyorsun? HAYIR! Ama, süreçte zihnimiz o kadar çok konuşuyor ki, o iç sese dayanamayıp “Sus artık!” diyorsun, susturamıyorsun. Ta ki, eskiden yaptığın basit şeyleri yapmaya devam ettiğinde yasının değişmediğini görene kadar. Ta ki, zihninin sürekli kendini suçlayan konuşmalar yapmasının önüne nasıl geçeceğini bulana kadar. Bu yüzden, yas tutan, yasıyla yeni tanışanlara kendilerini oyalayacak meşguliyetler bulmalarını öneriyorum. Çalışmak, kursa gitmek, yeni rutinler oluşturmak vb.

7 saate yakın süren sohbetimizde birbirimizden aldığımız çok şey oldu elbette. Beni etkileyen konulardan biri “Biz güçlü müyüz?” sorusu üzerine ettiğimiz sohbetti. Evladını kaybetmiş, bu tarifsiz acı ile geride kalmış olan hangi anne için güçsüz denebilir ki? Ancak, şuna eminim, aslında hiçbirimiz güçlü değiliz, güçlü olmakta istemiyoruz. Keşke, dünyanın en güçsüz insanı olsaydım da bunu yaşamasaydım der hangi anneye sorsanız. Biz, güçlü görünmek, güçlü olmak zorunda kalan anneleriz. Aslında, dayanıklıyız. Acıyla katmerlendik, geliştik. Acı, hayatta karşımıza çıkabilecek her şeye dayanıklı kılıyor bizi. Arkadaşım, bizlerin sorumluluklarını bilen insanlar olduğumuz için bu acıya dayanmaya çalıştığımızı söyledi. Bence çok doğru bir tespit. Çünkü, çevremize karşı sorumluluklarımız devam ediyor. Evli olanın eşine, başka bir evladı olanın evladına, benim İren’ imin anneannesi ve dedesine, işimize, kötü günümüzde yanımızda olan dostlarımıza, kaybettiğimiz çocuklarımıza, halen devam eden annelik kimliğimize sorumluyuz.

Evladını kaybetmiş anneler olarak, bu dünyada hala devam edebiliyorsak, sorumluluklarımızı yerine getirmek için çabalıyorsak ve en önemlisi de yaşadığımız acıyı bahane ederek kimsenin önüne sunmuyorsak, gerçekten kendimizle gurur duymalıyız. Ben, tanıdığım yaslı annelerin hiçbirinden yasını ajite ettiğini duymadım. Ben, tanıdığım hiçbir yaslı annenin yasını bir duygu sömürüsüne dönüştürdüğünü görmedim. Ve, inanır mısınız bilmem, bu acıyı yaşamamış olmalarına rağmen, çevremizdeki bazı insanlar bu sömürüyü yapıyor. Yani, biz yapmazken size ne oluyor dememek elde değil.

Senin halini görmeye dayanamadığım için gelmiyorum diyen mi, konuşurken ağlarım diye seni aramıyorum diyen mi, ben olsam dayanamam sen nasıl dayanıyorsun diyen mi… Ya, siz dalga mı geçiyorsunuz? Sen halimi görmeye dayanamadığın için gelmiyorsun ya canım, sen ağlarsın diye aramıyorsun ya, sen olsan dayanamazmışsın ya… Biz her gün, bu dünyada başımıza gelebilecek en saçma şeyi yaşarken, her gün ağlarken, dayanmaya çalışırken, senin bu cümleleri kurmaya hakkın var mı canım? Ben olsam dayanamam sen nasıl dayanıyorsun diye soruyorsun ya hani, sorma sakın çünkü hiçbirimiz için hayatın garantisi yok! Başına gelir de dayanmak zorunda kalırsan, pişman olursun ağzından çıkan cümleye. Ben bunu dediğim için mi başıma geldi diye bile sorar susmayan zihnin… Ha bir de şey var: Kötü kader diyelim… Hem evlatlarımızın hem bizlerin kaderinin ne kadar kötü yazılmış olduğunu unuttuğumuzu mu sandın bu cümleyi kurarken? Ya seni de bulursa kötü kader? Ya sende evladının yarım kalmışlığı ile eksik kalırsan bir gün, bu kadar kolay çıkabilir mi ağzından bu cümle? Düşün.

Kötü kader, çocuklarımızı ve bizim içinde bulunduğumuz durumu kendine siper edenlerle yollarımızın bir şekilde kesişmesidir belki de! Ne çocuklarımızı, ne de canımızdan kopan canların ardından içinde bulunduğumuz hali kendinize siper etmeyin! En azından buna saygı gösterin!

İren’ cim, sen benimle gurur duyduğunu o kadar çok söylerdin ki, o kadar çok notun var ki “Annişkom seninle gurur duyuyorum!” yazdığın. Bence, sadece sen değil; yasını ve evladının acısını kullanmayan, durumunu ajite etmeyen, duygu sömürüsü yapmayan anneleri ile gurur duyuyor cennetteki tüm arkadaşların. Bence, artık bende kendimle gurur duymalıyım. Bence, artık evladının acısına dayanmaya çalışan, evladına ait olduğu için yasını cesurca sahiplenen tüm yaslı annelerde gurur duymalı kendisiyle. Ben, tanıdığım tanımadığım tüm kız kardeşlerimle gurur duyuyorum.

İyi ki, yavrularımızın kaybının ardından, günlük işlevselliğimize, yaptıklarımıza, yapmadıklarımıza, aldığımız kararlara bahane edebilecek kadar sığ yaşamıyoruz acımızı. İyi ki!


25 Temmuz 2025 Cuma

Yas Tutan Kalbimiz ve Beynimiz Neler Söyler?

Sensizliğimin ikinci yılının ilk günü...

Sensiz geçen bir yılın sonunda (12 ay, 52 hafta, 365 gün, 6 saat) sensizliğimin ikinci eşik yılının ilk günü bugün. Geçtiğimiz bir yılda birçok eşik zaman yaşadım. Okulların açıldığı gün, doğum günüm, 29 Ekim - 10 Kasım gibi seni hep sahnede gördüğüm törenler, yılbaşı, ara tatiller, doğum günün, iki bayram, anneler günü, takvimime yeni eklenen ‘yas tutan anneler günü’, bale resitali günü, karne günü, şampiyonluk günü, yaz tatili ve finali, adını koyamadığım, o gün ile yaptım (yani dün). Yaptık aslında. Sen olmasan ne kadar yapılabilirdi bilmiyorum. 

Her gün aynı yokluk, eksiklik, aynı acı, hüzün, gözyaşı, keder… Aynı yas. İki temel farkla… Birincisi, bu 365 günde gözünü açtığın her yeni güne bir öncekinden daha fazla özlediğini hissederek başlıyorsun. Dolayısıyla her yeni gün özlemle mücadele etmek demek. Bu savaşı kazanan anne görmedim henüz. İkincisi, yanında, dizinin dibinde, bir telefon kadar uzağında olmadığını bildiğin çocuğunu, her yeni günde daha çok severek uyanıyorsun. Tıpkı bu dünyadayken olduğu gibi. Sevgi büyüyor bir şekilde, uzağında da olsa büyütebiliyorsun evlat sevgisini. 

Kalp öyle bir organ demek ki; sevgiyi büyütürken yokluğunu asla kabul edemeyen. Beyin ise daha farklı. Yokluğu kabul etmeye çalışırken yorgun düşüyor. Zaman zaman, kendi deyimimle, ‘veriler alınamıyor, sinyaller kopuyor’. E haklı tabii. Çünkü beyin hiç dinlenmiyor. 365 gündür, geceleri uyku moduna geçip dinlenmesi gerekirken ya uykuya direnen annenin keyfini bekliyor ya da uyurken bile kaybını düşünen anne ile mücadele ediyor. Tam kabul eder oluyor, içerden ‘Olamaz!’ diyen kalbin sesini duyuyor. Haydaaa sar başa! Beynin mücadelesi çok anlayacağınız. Çünkü anneler biliyor ki, eğer kendilerini, beyinlerini meşgul edecek bir şey bulamazlarsa o şahane çılgın cevapsız sorular zihinlerini kemirmeye başlıyor. O sorular saldırdığında kalpte küsüyor: ‘Bu kadar büyüttüm yanında hissetmediğin çocuğunu içimde şimdi sen neden beni en başa götürüyorsun, yumruğun kadar organım, yorulurum bak’ diyor. 

Görüyorsun ki kalbinin, evladının yokluğu ile kurduğu bağ azalmaya başlıyor hemen devreye zihnini oyalayacak, onu cevapsız soruların saldırısından koruyacak birtakım meşguliyetler bulmaya başlıyorsun. Online’da sepete bir şeyler atmak, yetmezse mağazaya gidip kabinde denemek, konsantrasyon gerektirmeyen kısa videolar, diziler izlemek, odaklanabilirsen kitap okumak, bir eğitime katılmak, yani ben french oje sürüp, çizgileri birbirine eşit olmadı diyerek defalarca çıkarıp saatlerimi buna harcadığımı bilirim… Her şey olabilir, ucu bucağı yok. Anlamlı olup olmadığı fark etmez. Yeter ki sorulara değil başka bir şeye odaklanalım. 

Anlayacağınız, bu sarmal içinde iki ileri bir geri, bir kalbime bakayım bir beynime derken yasın iki temel taşı ile tanışıyor, onları sanki bunca yıl sana ait parçalar değilmiş gibi yeniden tanıyorsunuz. 

Yasın ikinci eşik yılında, kalbimiz ve beynimiz neler söyleyecek göreceğiz. Ayrılmaz iki parça gibi görünseler de, kalp ve beyin ayrı şeyler söylüyor. Beyin insanı kemiriyor. Kalp, bu acıya rağmen, genelde güzel şeyler söylüyor. O yüzden, ben ilk yılda kalbi daha çok sevdim. Çünkü orda İren en güzel haliyle büyümeye devam ediyor.

 


22 Temmuz 2025 Salı

GBS' yi Tanıyalım!

Guillain-Barré Sendromu kas zayıflığı, yüz, kol, bacak ve vücudun diğer pek çok bölgesinde karıncalanma, uyuşma, refleks ve his kayıplarına neden olan, tedavi edilebilir (EDİLEMEDİ!) nörolojik bir hastalıktır. Her yaşta görülebilir ve toplumda görülme sıklığı 100 binde 1’dir (GELDİ BİZİ BULDU!). Erkeklerde kadınlara oranla 1.5 kat daha fazla rastlanır (KIZIM VARDI!). Genellikle hastalığın başlangıç döneminden 1-2 hafta önce hastalarda viral veya bakteriyel enfeksiyonlar (Campylobacter jejuni), üst solunum yolu enfeksiyonu ve gastroenterit (BU TEŞHİSLERİ DOĞRUYMUŞ, NASIL OLDUYSA!) benzeri bir hastalığın öyküsü bulunur. Bağışıklık sistemi bozukluğuna bağlı, akut başlangıçlı olan GBS bir tür gevşek felç hastalığıdır. GBS’de vücudun bağışıklık sistemi, kendi sinir sistemi hücrelerine saldırır. Sinirlerin etrafını kaplayan bir tür kılıf olan miyelin dokusu tahrip olur. Bunun sonucunda sinir iletiminde sorun ortaya çıkar ve kişinin vücudunu kontrol etmesini zorlaştıran nörolojik semptomlar baş gösterir. İlerleyici bir hastalık olması sebebiyle erken tanı ve tedavi son derece önemlidir (SÖZDE KALDI!).

Henüz net olarak sebebi saptanamayan GBS hızla yayılma eğilimi göstererek hayati risk oluşturabilir (TEDAVİSİ VAR, MERAK ETMEYİN DENDİ!). GBS kol ve bacakların uç kısımlarında simetrik uyuşma şikayeti ile başlar. Bazen hastalığın ilk dönemindeki uyuşmalara güçsüzlük eşlik etse de genellikle güçsüzlük hissi sonraki günlerde eklenir (SONRAKİ DERKEN?). Bu aşamada şikayetlere yutma ve solunum zorluğu, yüz felci eşlik edebilir. Kol ve bacaklarda görülen uyuşma ve güçsüzlük, bölgesel olarak artabilir. Oldukça hızlı ilerleyen GBS, yaklaşık dört hafta içinde maksimum ilerleme kaydeder (ELBETTE, BU DA TUTMADI! AKŞAM ACİLE YÜRÜYEREK GİRDİK, ERTESİ AKŞAM MORGDAN ÇIKTIK!). Hastaların yaklaşık olarak yarısı yürüyemez hâle gelirken 3'te 1'i de solunum desteğine ihtiyaç duyar. Otonomik bulgular olarak adlandırılan ortostatik hipotansiyon, hipertansiyon, aritmi gibi bulgular ortaya çıksa da hastaların yarısı tamamen iyileşir (HMMM… ANLADIM!). Kalıcı sinir hasarı ve ölümle sonuçlanan vakaların oranı ise yüzde 4-7 aralığındadır (TABİİ Kİ 100 BİNDE 1 GÖRÜLEN NADİR HASTALIĞIN %4’ LÜK ÖLÜM ORANINI DA SAHİPLENMEMİZ GEREKİYORDU!).

Nadir görülen ve bir tür sinir hastalığı olan GBS hastalığında, omurgadan çıkarak tüm vücut bölgelerine duyu ve motor iletimini sağlayan sinirler, vücudun kendi savunma mekanizması tarafından tahrip edilir. Bunun sonucunda sinir sistemine bağlı olarak pek çok rahatsızlık gelişir. Hemen hemen tüm yaş gruplarında görülse de, yaşla birlikte hastalığın görülme sıklığı da artar (12 YAŞINDA OLDUĞUNU HATIRLATAYIM!). Sıklıkla gastrointestinal sistemde var olan Campylobacter Jejuni, Helicobacter Pylori (KANDAKİ ENFEKSİYON DEĞERİ REFERANS ARALIĞINI AŞMADIĞINDAN HERHANGİ BİR KÜLTÜR YAPMA İHTİYACI DA DOĞMADI ELBET!) ve solunum yollarında Mycoplasma Pneumoniae, GBS hastalığının sık görülen etkenleri arasındadır.

GBS teşhisi, fiziksel muayene (GÖZÜMÜN ÖNÜNDE YAPILMAMIŞ OLSA, ATTI P... DİYECEĞİM! “NÖROLOJİK BİR DURUM OLDUĞUNU DÜŞÜNMÜYORUM.” DEDİ! SEN DÜŞÜNMEZSEN BEN NASIL DÜŞÜNEYİM!) ve ileri düzey testlerle konulur. Bu testler arasında EMG (SEN SONA KALDIN TABİİ, MALUM NADİR HASTALIK, ÖNCE YÜKSEK OLASIKLAR EKARTE EDİLDİ, KAN-MR-ULTRASON-GÖZ MUAYENESİNE KADAR…) ve belden sıvı alma yer almaktadır. Bu yöntemler, sinir sistemi üzerindeki etkileri ve hastalığın seyrini belirlemede kritik rol oynar. Erken tanı, GBS tedavisinde büyük önem taşır (BURDA HAK YEMEYEYİM, ACİLDEKİ TIRT DEĞİLDE, ÇOCUK DOKTORU, BEYİN CERRAHI VE NÖROLOG BİRKAÇ SAAT İÇİNDE TANIYI KOYDU!). Tedavi genellikle plazma değişimi (plazmaferez) ve intravenöz immün globülin (IVIG) (ADINI ÇOK DUYDUK O GÜN AMA SENİNLE TANIŞAMADIK!) uygulamaları ile yapılır. Bu tedavi yöntemleri, bağışıklık sisteminin sinir hücrelerine verdiği zararı ve ölüm riskini azaltmayı hedefler (SADECE HEDEFLEYEBİLMİŞ YANİ!).

GBS’nin iyileşme süreci aylar hatta yıllar sürebilir. Hastalığın durumuna göre yatarak ya da yoğun bakım ünitesinde (İŞTE BU İNCE ÇİZGİ! ÇOCUK YOĞUN BAKIM OLAN KAÇ HASTANE VAR KOSKOCA İSTANBUL’DA? OLANLARDA YER VAR MI PEKİ? DOKTORLAR BULAMIYOR, 112’ DEN CEVAP GELMİYOR, İNSANLAR KENDİ ÇABALARI İLE ARAYA TANIDIKLARINI SOKARAK, BELKİ DE BAŞKALARININ TEDAVİ OLMA HAKKININ ÖNÜNE GEÇEREK HASTANELERDE YER BULUYOR! BEN BİR ANNE OLARAK KIZIMI EMG ÇEKİLİRKEN YALNIZ BIRAKIYORUM. SIRADAN BİR VATANDAŞ OLARAK, AKLIMA GELEN TANIDIKLARIMI ARIYORUM, ONLARDAN CEVAP GELENE KADAR ÖZEL HASTANELERİN TELEFONLARINI INTERNETTEN BULUP “SİZDE ÇOCUK YOĞUN BAKIM ÜNİTESİ MEVCUT MU?” DİYE SORUYORUM. HAKKIM SAĞLIK SİSTEMİNE DE HELAL DEĞİL!) yatarak tedavi edilen GBS hastalarının düzenli olarak solunum, nabız ve tansiyonu izlenir. Hastanın durumunun kötüleşmesini ve olası enfeksiyonların kişiye bulaşmasını engellemek için sıkı önlemler alınır. Hasta nefes alıp vermede zorluk çekiyorsa suni solunum cihazına bağlanarak solunumu düzenlenir. Bu esnada hastanın kanı damardan alınarak bir makine aracılığıyla özel bir filtreleme işleminden geçirilir ve tekrar vücuda geri verilir. Plazmaferez olarak adlandırılan bu işlem ile kanda bulunan ve sinir dokularına zarar veren otoantikorlar temizlenir. Intravenöz immünglobulin (IVIG) işleminde ise sağlıklı ve saf antikorlar hastaya damar yolundan verilerek otoantikorların sinir hücrelerine zarar vermesi engellenir. Bu iki tedavi yönteminden birisi ya da her ikisi hastane koşullarına, hastanın eşlik eden hastalıklarına bağlı olarak seçilir. Bazen hasta iyileştikten sonra GBS tekrarlayabilir. Ortaya çıkan semptomların ilerlemesi yaklaşık olarak 30 gün kadar sürer (KUSMADAN BAŞLARSAK 6 GÜN DİYELİM BUNA!). Bazı hastalar kalıcı hasarlarla karşılaşabilir ve ölümle sonuçlanabilir (ÖLÜMLE SONUÇLANDI!). Erken teşhis ve tedavi, hastalığın seyrini olumlu yönde etkileyebilir (TEŞHİS EDİLDİ DE NE OLDU, TEDAVİYE BAŞLANAMADI!).

GBS dört alt gruba ayrılır:

  • AIDP: Akut Inflamatuvar Demiyelinizan Poliradikülonöropati, GBS'nin klasik formu olup toplam vakaların %90'ını oluşturur. Öncesinde hastalığı tetikleyen bir enfeksiyon bulunur. Belirtileri simetriktir ve çoğunlukla ayak parmakları, ayak ve bacaklardan başlar. Kan basıncında düzensizlik, aritmi ve taşikardi otonom bulgular arasında yer alır.
  • AMAN: Akut Motor Aksonal Nöropati vakalarının %75'inde C. Jejuni bakterisinin neden olduğu enterit vakası görülür. Çocuk ve genç yetişkinlerde sıklıkla görülen AMAN, erken dönemde solunum tutulumuna yol açar.
  • AMSAN: Akut Motor ve Duyusal Aksonal Nöropati klasik tipe göre daha nadir olarak rastlanır. C. Jejuni bakterisi etken olmakla birlikte bir enfeksiyonu takiben ortaya çıkar. Klinik seyri hızlıdır. Motor ve duyusal sinirlerde tahribat görülür. Hastalığın ilerleyişi AMAN'a göre daha kötü olmakla birlikte tam iyileşme 1 yılı bulabilir.
  • MFS: Miller-Fisher Sendromu genellikle üst solumun yolu enfeksiyonu ve C. Jejuni bakterisinin neden olduğu enterit sonrası görülür. İyileşme genellikle birkaç hafta ya da birkaç ay sürebilir.

Kas güçsüzlüğü ve felç ile seyreden klinik bir tabloya sahip GBS genellikle yavaş ilerlemesine rağmen (BİZ GENELLEMELERE UYMUYORUZ!) bazı vakalarda hızla kötüleşerek hayati tehlike oluşturabilir (BİZ “BAZI”LARA UYUYORUZ!). Başlıca belirtiler arasında kas güçsüzlüğü, refleks kaybı, yutma ve yürüme güçlüğü (BUNCA BELİRTİ ARASINDA TEK OLAN!), kas ağrısı, kalp ve solunum durması gibi ciddi tablolar bulunur. Bu belirtiler diğer nörolojik hastalıklarla karışabileceği için tanı süreci başlangıçta zorlayıcı olabilir. Beyin ve omuriliğin yer aldığı merkezi sinir sisteminin etkilenmediği hastalığın belirtileri şöyledir:

  • ·       El, kol, bilek ve parmaklarda iki taraflı olarak karıncalanma, iğne veya uyuşukluk hissi (“ELİM UYUŞUYOR” DEDİ SADECE BİR KERE!)

  • Ayak, ayak bileği ve parmaklarında simetrik olarak karıncalanma, iğne ya da uyuşukluk hissi
  • Duyu bozuklukları
  • Yürüme güçlüğü (EN BÜYÜK BELİRTİ AMA BELİRTEMEDİ!) veya merdiven çıkma yetersizliği
  • Kol ve bacaklarda konum duyusunun kaybı
  • Düşük ya da yüksek tansiyon
  • Solunum güçlükleri
  • İdrar yapma ve tutmada güçlük
  • Kalp ritim problemleri
  • Yutma güçlüğü
  • Konuşma bozukluğu

Kol veya bacaklarda ilerleyici kas kuvvetsizliği, muayenede reflekslerin alınamaması tanı için gereklidir (TANIYI KOYDULAR SONUNDA!). Hastalık hızla ilerleme gösterir (NORMAL BİR HIZ DEĞİL, JET HIZI!)  ve olguların yaklaşık yarısı 2 haftada, %90’ı 4 haftada maksimum etkilenmeye ulaşır (4 HAFTA DİYOR! İNANILIR GİBİ DEĞİL!).

GBS hastalarında sık vital kapasite ölçümleri veya solunum fonksiyonları takibi yapılmalıdır ve gerektiğinde hızla (HIZLA DERKEN… İSTANBUL’ DA 3-4 SAAT!) yoğun bakım ünitesine transfer edilmelidir (BAK BİR İNCE ÇİZGİ DAHA! 112 DER Kİ “TRANSFER İÇİN GELMEMİZ 3-4 SAATİ BULUR.” YİNE KENDİ ÇABANLA ÖZEL AMBULANS İSTERSİN. 45-50 DAKİKA SONRA, KATA BİR GÜVENLİK GÖREVLİSİ GELİR “ARYA İREN YILDIRIM, AMBULANS HAZIR” DER. ARTIK ÇOK GEÇ! ARYA İREN YILDIRIM’I GERİ DÖNDÜRMEK İÇİN 40 DAKİKADIR UĞRAŞIYORLAR!). 

Hastalığın seyrini etkileyen başlıca faktörler, yaşın 50’nin üzerinde olması (12!), solunum desteği gereksinimi, tedavi başlandığı sırada kuvvet kaybının fazla olması, başlangıçta hızlı ilerleme ve öncelik eden belirli enfeksiyonlardır.

Hastaların %10-15’inde kalıcı bulgular olabilir. Mortalite pnömoni, pulmoner embolizm, otonomik tutuluma bağlı kardiyak (O GÜZEL KALBİN NASIL DURDU? NASIL DURUR?) nedenlerle %3-7 (BU RAKAMLAR HEP YALAN!) oranında görülür.

Siz bu okuduklarınıza inanabiliyor musunuz?

Tüm olmazları bir araya getirerek, kızımı benden aldığın için…

Senin ben …… hayat!

 

 

 

10 Temmuz 2025 Perşembe

Anne-Kız Ufak Bir Sohbet Etmeyelim Mi?

Aldım seni karşıma… O sevimsiz tabutu bile sevimli hale getiren fotoğrafınla baş başa yazıyoruz bu yazıyı… Tam karşımda ol istedim… Gözlerine bakarken, “Gözlerine kurban olurum senin” derken sana burada, sensizlikte buluştuğumuz anneleri ve güzel evlatlarını anlatmak istedim… Ne olur kızma… Kıskanırsın bilirim… Kuzenin Burak Abini yolcu ederken, “Paşam seni çok seviyorum” dediğim gün gözlerimizin seninle buluşma anı geldi aklıma… “Eyvah!” dedim içimden… Gıdını şişire şişire “Sen Burak Abi’ yi benden çok mu seviyorsun?” diye sordun… Ya, ben senden çok kimi sevdim ki bu dünyada deli çocuk! Birde, akşam sofra sohbetlerimizden birinde öğrencilerimi anlatırken “Benim çocuklar” demiştim. Diktin o koca gözlerini, “Senin çocuğun benim, onlar değil” deyip sitem etmiştin… Sonra “Benim okuldaki çocuklar” oldu adları… İrennnnn… Şimdi biliyorum ki, olduğun yerde kıskançlık gibi dünyevi duygular yok… Sonsuz bir sevgi var… Senden sonra, kalbimin bedenimde yer değiştiğini hissettiğim o ilk günlerde, haftalarda evladını kaybetmiş bir anne gelse ve bana ne yaşayacağımı anlatsa dedim çokça. O kadar eksikliğini hissettim ki bir bilenin, bu bilinmezliğin içinde klişeleşmiş “Geçecek”, “Zaman” gibi kelimelerin dışında bir şey söylemesini… İşte bu evlat kaybı yaşamış bir anneye ulaşamama hali bende yeni bir şey oluşturdu İren’ ciğim. Evladını kaybeden her anneye artık ben ulaşmalıydım. Bir misyon değil bu, hepsine ulaşmakta mümkün değil. Zaten ne çokmuş, anlayamıyorum… Hep mi böyleymiş, yoksa şimdi algıda seçicilik mi yapıyorum onu da bilmiyorum bebeğim. Bizim bir anneler grubumuz var, aslında daha çok sayımız ama bu küçük grup dahil olmak isteyenler ile kuruldu… Diğer anneler ile bireysel haberleşiyoruz… İren’ ciğim sen iyi ki ön yargılı olmadın hiç… İyi ki öyle bir duygu ile tanışmadın… Kötü bir şey… Bazen yeni arkadaşlarımı anlatınca tepkiler geliyor… “Konuşmasan mı?”, “Görüşmesen mi?”… Çok iyi niyetle tabii, iyi gelmeyeceğini düşünüyorlar… Yani, anneannen ve deden bile gizli gizli konuşmuşlar bunu aralarında… Ama bana söyleme cesaretinde bulunmamışlar… Yolu bana bırakmışlar… Sanıyorlar ki biz birbirimiz ile sadece yas ve acı konuşuyoruz… Yok vallahi yok… Biliyor musun Balım, senden sonra strese bağlı olarak büyüyüp elime gelen kitleler için o annelerden biri ikna etti beni doktora gitmem için… Oysa en yakın dostlarım defalarca doktora gitmemi söylemişti, anneannen çaresizce beni kimin doktora gitmeye ikna edeceğini bulmaya çalışıyordu… Biliyor musun Balım, seni ve beni çok iyi tanıyan bazı (eski) yakınlarımız aramazken, o anneler ansızın telefon edip “Sesini duymak istedim” diyor… Biliyor musun Balım, bazı akşamlar dışarda olup sesim çıkmayınca, anneannenden önce onlar yazıyor merak ettik seni diye. Hepimiz böyleyiz, sanki sizlerle doğan boşluğu birbirimizle dolduruyoruz… Birimiz üzülünce hepimiz üzülüyoruz, güzel bir haber alırsak hepimiz seviniyoruz… Bazen düşünüyorum, farklı şekilde tanısaydım bu anneleri yine dost olur muyduk diye? Keşke bu acının içinde tanışmış olmasaydık… Evet, eski arkadaşlarımız acıyı paylaşıyor, elinden gelen desteği gösteriyor ama empati yaparak anlamaya çalışıyorlar bizleri… Yaslı annelerin ise empati yapmasına gerek kalmadan, tanıdığı yaşadığı bildiği yerden konuşuluyor her şey… Yasın içinde bana en iyi gelen şeylerin başında bu anneler, kız kardeşler… Ve ben hep şunu hayal ediyorum İroş… Bizler, sizsiz kaldığımız bu dünyada nasıl buluştuysak, sizlerin de orda buluştuğunuzu düşünmek rahatlatıyor beni… Evet, şimdi itiraf kısmına geldim… Bak sakın kıskanma deli kız! Hepinizi İren’ imiz, Ayşe’ miz, Ali’ miz diyerek anıyoruz… Ohhh vallahi söyledim rahatladım… Bazen seni onlarla hayal ediyorum dedim ya, yani tahminim yakışıklı abilerin yanından ayrılmadığın yönünde 😊Onların annelerinin tahmini de hepsinin sana ve senin gibi tatlı suratlara abilik yapıp, koruyup kolladığı yönünde… Bazıları ile rüyamda bile gördüm seni… İşte buluştunuz… Biliyorum ben… Bir gün orada hepimiz buluşacağız Balım, hepinizi çok seviyoruz, ben tabii en çok seni, çok çok seni seviyorum… Yanlış anlaşılma olmasın… Küsersin rüyama gelmezsin filan… Seninle böyle deli deli, eğlenceli, şakalaşarak sohbet etmeyi de çok özlemişim aşkım… Ne iyi geldi bir bilsen… Seni çok seviyorum, her şeyini manyak gibi özledim… Çok özledim… Çok çok çok… Orda hep mutlu ve huzurlu olun, sizi çok sevdiğimizi unutmayın! Sana sımsıkı sarılıyorum ve son rüyamızdaki gibi sesli sesli kocaman öpüyorum seni defalarca…

8 Temmuz 2025 Salı

Bu Sınav Kimin Sınavı?

Bugün, İren’ den 15 gün önce trafik kazasında vefat eden Batın’ ın annesinin paylaştığı bir post ile uyandım. O andan beri toparlayamıyorum kendimi. İçimde inanılmaz bir öfke var. Yasın aşamalarından biri olan ve İren’ i kaybettiğimden beri çok nadir hissettiğim öfke duygusu sardı etrafımı.

O kadar farklı şeyler duydum ki yas sürecinde tanıdığım annelerden… Evladını kaybeden bir anneyi, aynı evladın babası evden gönderip başka bir kadın ile evleniyor daha senesi dolmadan desem şaşırırsınız değil mi? Ya da bazı babaların, eşlerine evlat kaybı yaşayan diğer anneler ile iletişim kurmayı yasakladığını söylesem… Ya da bugün okuduğumuz gibi, taksirle evladının ölümüne neden olma suçundan yargılama söz konusuyken bir babanın şikayetinden vazgeçtiğini… 

Ben artık duyduğum hiçbir şeye şaşırmıyorum… Sadece, gerçek anlamda baba olanları tenzih ederek, anneleri ve babaları ayrıştırıyorum yas sürecinde. Ateş düştüğü yeri yakıyor ya, ateş büyük ölçüde annelerin yüreklerinde alevleniyor… 

Bazı babalar… Ah o bazı babalar…

İren’ i morgda gördükten sonra beni hastanenin bahçesine aldılar bir tekerlekli sandalye ile… Birden nasıl kalabalık oldu bilmiyorum… Yanıma her gelene “9. kat 917 numaralı oda. Mavi kod: çocuk” dediğimi, hep bu cümleyi tekrarladığımı hatırlıyorum.

Bir ara, babası yanıma gelip, cenaze işlemlerini nasıl yapacağımızı, hangi camiden kaldırılacağını sordu. O ana kadar bir cenaze işlemi yapılması gerektiğinin farkında bile değildim. “Fark etmez” dediğimi, onun Şişli Camisi olsun mu diye sorduğunu hatırlıyorum. Şişli’ de doğmuştu zaten, Şişli’ den yolcu olsun diye düşündüm ve tamam dedim. Sonra defnedileceği yer konuşulmaya başlandı. Babam, babaannemin üzerine; annem ise dedemin üzerine gömülebileceğini söyledi. Ben ses gelen yöne kafamı çeviriyordum sadece; ne gömülmesi, ne diyordu bu insanlar algılamaya çalışıyordum. O ana kadar her yere birlikte sürüklendiğim tekerlekli sandalyeden bir hışımla kalktım ve “İren kimseyle birlikte gömülmeyecek, biz beraber gömüleceğiz, yeni bir yer alınacak, bende üstüne gömüleceğim, sadece ikimizin olacak” diyerek ekledim babasına “Sende kusura bakma, sadece ikimiz olalım istiyorum”. Ne nahif kadınmışım, orda o anda bile kusura bakma diyebilmişim. 

Bana bir söz verildi. “Söz!” diye bir laf çıktı ağızdan. Peki o söz tutuldu mu?

Evladını kaybettikten sonra, bir anneye verilen o söz tutulmadı…

Her şey çok tazeyken, belki daha 20-25 gün olmuşken kızımı toprağa emanet edeli, mezar tapusu mevzusu çıktı. Efendim, mezarlıklar müdürlüğü mezar yeri alınırken gerekli meblağı kim ödediyse mezar tapusunu onun üstüne verirmiş. Tapunun, velayet sahibi olan anneye verilmesi için, tapu sahibi babanın yapması gereken tek şey üzerimdeki tapuyu annesine devrediyorum şeklinde bir dilekçe yazmasıymış. Yani, bu kadar basit, sadece bir dilekçe. Peki, o dilekçe yazıldı mı? Asla. “Kızım ile son bağım o mezar” cümlesini duydum ben… Diyemedim tabii o ne yapacağını bilmezliğin içinde, keşke evladınla hayattayken bağ kurabilseydin diye.

Gecelerce bu acının içinde bir de bunu neden yaşadığımı düşündüm ve tabii benim meleğim iç sesimle verdi cevabı. “Artık bağını kopar” dedi bana. Ben çok iyi biliyorum ki, benim kızım ile buluşacağım yer o toprak değil. Siz toprak parçasını son bağ olarak nitelendirin. Toprakta buluşulur belki ama cennet bahçesine kabul eder mi İren' im annesine verilen sözü tutmayanları? Ben biraz tanıyorsam etmeyeceğine adım gibi eminim. 

Bir akşam, kapı çaldı ve bir arkadaşı ile yolladığı zarf teslim edildi bana. İçinde kendine ait tapu, yanında da oraya sadece benim gömüleceğimi belirten bir not ile babalık hakkı teslim edildi. Sen İren’ i kaybedince delirmedin, bak ben seni nasıl delirteceğim der gibi. 

Her gün Zincirlikuyu Mezarlıklar Müdürlüğüne gittim. En sonunda hukuk bürosundan, velayet ölüm halinde son bulur zırvası yazan, hepsini okuma gereği dahi duymadığım bir cevap geldi bana… Peki, yine aynı hukuk değil miydi o velayeti bana veren… Rutin velayetlerde olan, hafta sonunu birlikte geçirme, evinde kalma veya yaz tatili gibi uzun dönemlerde 15 gün çocuğu alma hakkını babaya vermeyen aynı hukuk değil miydi? Üç beş tane alt alta yazılmış madde ile mi ölçeceksiniz annelik hakkımızı… Üstelik, yas literatüründe, yas sürecinin devam eden bağlar teorisi ile sürdürülmesinin altı bu kadar çizilirken, hangi hakla bir anneye çocuğun öldü ve anneliğin bitti diyebilirsin... Hukukta yas cahiliymiş! Hukuk insanlıktan çıkmış, haberiniz olsun... 

Ben o günleri yaşarken, ilk kez annelik yapamadığım duygusunu yaşadım… Cenaze işlemleri ile ilgilenemediğim için onlarca kez suçladım kendimi… İren’ imi orda tek başına bırakmış olmanın hüznünü de taşıdım… Bizim sevgimizin, bağımızın bunu hiç hak etmediğini bile bile tüm bunların acıma, İren’ ime yapılmış bir haksızlık olduğunu düşündüm… Sonra dedim ki bu benim sınavım değil, bu beni bu şekilde düşündürenlerin sınavı

Bir hayatın sonlanması ile sadece evladını kaybeden annenin sınavı başlamıyor, çevresindekilerin de merhamet sınavı, vicdan sınavı, insanlık sınavı başlıyor… Görebilene, anlayabilene elbette.

Bu zor durumu, daha da zorlaştıranlara hak helal edilir mi? Onlar, bu sınavı geçebilir mi peki?

Neyse dostlar, Batın’ ın hikayesi, bir annenin bu çaresizlik içindeki yalnızlığı, evladı hayattayken ve artık bu dünyada değilken, tek başına olmanın ne demek olduğunu çok iyi bildiğim bir yerden beni çok etkiledi… Kafanızı şişirdim, ama bir yıldır içimde tuttuklarımda döküldü, rahatladım…

Terapistimin şahane bir tespiti olmuştu bunları anlattığımda:

“Gaye hanım, İren hayattayken anneliğiniz nasılsa şimdi de öyle devam ediyor. Karşı tarafın babalığı nasılsa o da o şekilde devam ediyor. Bir istikrar var, şaşıracağınız bir durum yok ortada.”

Evlatlar annelerin… Sağlığında, hastalığında, varlığında, yokluğunda… Evlatlar, kanun ne derse desin, annelerin…

İşte, bu sabah gördüğüm postta da bir annenin isyanı buydu… “Sadece kağıt üzerinde baba olan şahıs oğlunun davasını satmış! Evlat benim evladım. Onu ben büyüttüm. Senin söz hakkın bile yoktu da kanunlar sayesinde adın geçti kağıtlarda. Oğluna yapamadığın babalıktan da mı utanmadın?” diye isyan ediyor Batın’ ın annesi, evladına hem ana hem baba olan annesi…

Kanunmuş, kanununuz batsın…

Canım Batın, anneciğine gideceğim yarın… O, bu dünyada yalnız kalmayacak merak etme… Sende orda İren’ le buluşmuşsundur umarım…

 

 

 

2 Temmuz 2025 Çarşamba

Vedasızlık

Bir kadın ne zaman anne olur? Evladının varlığını öğrendiğinde mi, onu ilk kez kucağına aldığı anda mı? Yoksa; annelik, çocuğunun büyüme yolculuğuna eşlik ederken anneliğini de geliştirerek oluşturduğun bir şey midir?

İren’ in dünyaya geliş ve gidiş yolculuğu, kayıtlara göre, 12 yıl 2 ay 1 gün 2 saat 44 dakika sürdü. (Hastanelerde, reanimasyon işlemi sonlandırıldığında ölüm saati kayıt altına alınıyormuş. Doğarken dünyaya geldiğimiz anı dakikasıyla yazıyorlar ama gözlerimizi kapadığımız anı bilemiyorlar işte. O dakikayı, evladıyla ilgili her şeyi bildiği gibi, en doğru anneler biliyor.) 

Ben onun varlığını öğrendiğim gün “anne” oldum. Yani benim annelik yolculuğum, 12 yıl 11 ay 5 gün 3 saat 24 dakika. Ve bitmedi! Onu, morgda bıraktığım günde bitmedi, toprağa koyduğum günde… Annelik, evladın bu dünyada olsun olmasın hiç bitmeyecek bir yolculuk. Anneliğin, “kutsal” olarak tanımlanması da bu yüzden bence. Çünkü, anneler evlatlarının varlığını öğrendiği andan itibaren, yokluklarını kabul etmekle baş başa kaldıkları ana kadar, hatta; yokluklarında, onların varlıklarını sürdürerek, çocuklarını kalplerinde büyütmeye devam ettirdikleri kayıp sürecinde de ANNEler! Annelik, bitmeyen bir yolculuk…

Benim bu yolculukta sınıfta kaldığım tek bir gün oldu. O malum gün! O gün içinde birkaç an belki. 

Veda edemeden uğurlamak en sevdiğini… Annelik karnesinde kocaman bir sıfır! Hastane odasına, o anı görmemek için, girememek… Yanına girmeye cesaret edememek… Öylece kalakalmak… Kocaman bir boşlukta, sanki dünya durmuşçasına (keşke dursaydı)… Dünyanın dönmeye devam ettiğini fark ettiğin anda kendini suçlamak… Yanında olmadığının vicdan azabıyla içsel bir hesaplaşmaya girmek, bu manasızlığa bir cevap aramak… Sonra o cevabı bulmak… “Annelikten”… Bulduğun bu cevapla yetinmemek… “Her şeyi de anne olmaya bağlama, korktun işte!” diyerek kendine isyan etmek, öfkelenmek… Anne olduğun için orda olman gerekirdi ile ana yüreğin bunu nasıl kaldıracaktı arasında gidip gelmek… İnkar bu deyip kendini rahatlatmak… Doktorların geri döndürme çabasından kaçarak böyle bir şey olmamış, o son iki nefes gözünün önünde verilmemiş gibi davranmak… Bunun gerçekte olmadığını düşünmek… Bir yanda ilk kez annelik yapamadığını hissetmek, diğer yanda anne olduğun için bu yüzleşmeden kaçtığını bilmek… Günlerce, haftalarca, aylarca vedasızlığın içinde kaybolmak… Sonra bir dost meclisinde ansızın aradığın cevabı bulmak… 

Sevdiklerinin ölümüne yakın deneyimler yaşayanlar, onların dünyaya veda etmeden önce mesajlar verdiklerini söylermiş. İren’ de böyle yapmış. Planladığımız tatil programını mide bulantısından dolayı erteleyeceğimizi öğrenince en yakın arkadaşının annesine “Siz annemle vazgeçmeyin” demiş. Birlikte çıktığımız son tatilden dönünce, “Sayende babama ısınmaya başladım” diyerek veda etmiş ona da. 

Gecelerdir, İren’ in son zamanlarında bana ne mesaj verdiğini düşünüyorum. Aklıma, hastanede kısa uykulara dalıp gözünü her açtığında “Annecim seni çok seviyorum” demesinden başka bir şey gelmiyor. Ve bu şahane cümleye nasıl karşılık verdiğimi bulamıyorum. Silinmiş hafızamdan, yok! (Uykusuz geceleri düşüncelere boğacak yeni bir konu çıktı bana.) 

12 yıllık birlikteliğimizde 'keşke' dediğim nadir anlardan biri oldu son dakikalarında yanında olamamak, elini tutamamak, ona veda edememek. Bunun için gittiği günden beri suçluyordum kendimi. Ta ki düne kadar. 

Bazı bağlar vedaya gerek duymazmış demek ki… Çünkü kopmayacağını bilirmiş demek ki giden… Geride kalan olarak buna ne kadar ihtiyacın olacağını hissederek, sadece seni çok sevdiğini hatırlatmak isteyerek gidermiş bazı gidenler… 

O gün sana söylemişimdir elbet annem, seni çok sevdiğimi, ama senin kadar çok mu söyledim hatırlamıyorum inan. Bende seni çok seviyorum… Seni, sensiz bile sevebilecek kadar çok seviyorum. Sonsuza dek… 

10 Haziran 2025 Salı

Bayram Gelmiş…

Bayram gelmiş…

Çocuklar erkenden uyanıp bayramlıklarını giymiş. Çeşit çeşit yiyeceklerle dolu bayram kahvaltısından önce, misafirler için alınan şekerlerden, çikolatalardan gizlice atmışlar ağızlarına. Bayrama özel hazırlanan kahvaltının ardından, büyüklerin elleri öpülmüş, alınan harçlıklar heyecanla ceplere konulmuş. Biriken harçlıklar ile neler yapılabileceği, neler alınabileceği defalarca sorulmuş. Komşular, akrabalar ziyaret edilmiş sırayla. Her ziyaretten mideler dolu çıkılmış. Sonra, aile büyüklerinin kabirleri ziyaret edilmiş, dualar edilmiş, mezarın üstünde solan çiçekler toplanmış, toprağı sulanmış. Akşam ailece televizyondaki bayram programları izlenmiş. Günün sonunda, bayramın tatlı yorgunluğu ile yataklara gidilmiş. Bayramın ikinci günü yapılacaklar çoktan planlanmış. Karşılıklı “iyi geceler” öpücükleri verilmiş. Masalda burada bitmiş. 

Gökten üç elma düşmüş. Biri toprağın altında yatanların baş ucuna, biri geride kalanların başına, biri özlemle kavrulan yaslı kalplere…

Bu bayram, yas tutan annelerin yaşadıklarının yanı sıra, iki ayrı cenaze gördüm. Geride, gözü yaşlı anneler babalar, hayatının baharında eksik kalan evlatlar, dedelerini hiç tanıyamayacak torunlar ve onları toplamak için, yasını yaşayamadan, ister istemez bir mücadeleye girecek olan eşler kaldı. 

Bayram gelmiş... 

Kimileri ailece örf ve adetlerini yerine getirirken, kimileri ailece şehirden uzaklaşırken...  

Bayram gelmiş…

Kimileri sevdiğine şifa bulabilmek için hastane kapısında beklerken, kimileri sevdiğini bu dünyadan yolcu ederken…

Bayram gelmiş…

Aynı bayram mı bu gelen? 


5 Haziran 2025 Perşembe

İren' in Doğum Hikayesi 💞

Hayata her geliş, anlatılacak yeni bir hikaye… Benim İREN’ e kavuşmam uzun olduğu kadar sabır da gerektiren bir süreçti… 3 yıl bekledim onu. Her defasından aldığım sonuçta “negatif” ibaresini görmekten o kadar usanmıştım ki, aşılamadan 12 gün sonra tahlil yaptırmam gerekirken, ne de olsa negatiftir diyerek doktora gitmedim bile. Bulantılarım başlamıştı ama ben yediklerimin dokunduğuna bağlıyordum bunu, canım sürekli ayran içmek istiyordu (ayranı çok seveceği o günlerden belliymiş), tansiyonum düşmüştür diyordum. Sonunda annemin zoruyla kan tahlili yaptırdım. Sonucu almaya gittiğimizde arabadan bile inmedim. Öyle umutsuzdum. Alınan zarf havaya fırlatılarak önüme düştüğünde ANNE olacağımı anladım. O an umutsuzluğun mucizeye dönüştüğü andı benim için. Arabanın içinde bir yandan hüngür hüngür ağlıyor, bir yandan da annemi arayıp müjdeyi veriyordum. İşte annelik bebeğinin varlığını öğrendiğin o anda başlıyor! O gece sadece ne yöne yatacağımı, ters bir hareket yaparsam bebeğime bir şey olup olmayacağını düşündüm…

İlk doktor randevusunda, kalp atışını duydum. Her kontrol ayrı bir heyecandı benim için; ne kadar büyüdü, kaç gram oldu, kalp atışını tekrar duyacak mıyım diye düşünürken cinsiyetini hiç düşünmedim çünkü ben KIZIM olacağını biliyordum. Bir gün kendimi NST’ ye bağlanmış buldum. 9 aydır karnımda büyüyen bebeğimle ilk karşılaşma anı yaklaşmıştı.

Hamileliğim süresince istediğim iki şey vardı: Normal doğum yapmak ve dünyaya geldiği an kızımı görebilmek…

İREN, beklediğimizden 4 gün önce doğdu. İri bir bebek olduğu için doktorum 23 Mayıs 2012 Çarşamba gününe planladı doğumu. Normal doğum konusunda doktorum da beni desteklediği için suni sancıyla başladık güne, ama benim annesinden ayrılmak istemeyen meleğim yerinden kımıldamadığından yaklaşık 10 saat sonunda sezaryene karar verdik.

Normal doğum şansım kalmamıştı, ama ben kızımın doğduğu anı görme konusunda kararlıydım. Bu yüzden, doktorumun da tavsiyesiyle epidural sezaryene karar verdik. Anestezi doktoru dört deneme sonunda uyuşturabildi beni. Öyle bir duygu ki bu, uyuşmadığını bilerek, sadece doğduğu anı görüp ilk teması hissetmek için “Uyuşmadan sezaryen yapalım o zaman” dediğimi ve ameliyat ekibinin bana bakışlarını unutmam asla.

Ve doğum başladı. O ana dair hafızamda kalanlar bölük pörçük… Birden, sesini duydum. Benden ayrı bir yerde bakımı yapılırken hiç durmadan ağladı İREN, kollarıma gelene kadar. O an ikimizde sustuk.

Odaya alındığımda bir daha ayrılmamak üzere kavuştum kızıma. İlk kez kucakladım onu, emzirdim, kokladım, inceledim, bakmaya doyamadım. 9 ay boyunca karnından, aynı kandan, aynı nefesten olan, bir saat önce içinde taşıdığın bebeğin artık kollarında. Daha önce görmediğin, sesini duymadığın, kokusunu bilmediğin 50 cm.’ lik küçücük bir şeye hayransın. Ondan daha güzeli yok artık dünyada, ondan daha önemlisi yok, ondan bir başka daha yok, EŞSİZ! O, SENSİN… O, HAYATIN… O, SENİN!

Bugün İREN’ in doğum günü. 13 yaşına kollarımda değil, cennette giriyor.

Bugün, onu kaybedişimle ilgili hiçbir şey yazmak istemiyorum. Bugün, İREN’ imi yeniden doğuruyorum içimde, kalbimde, aklımda, kanımda, canımda, ruhumda…

O dehşet veren günü hiç düşünmek istemiyorum. İREN hiç gitmemişçesine o günü hafızamdan silerek yaşamak istiyorum bugünü.

Yanımda olmadan bunu yapabilmek tahmin edemeyeceğiniz kadar zor, ama ben bugün sadece doğduğu günü hatırlamak ve zamanı orda durdurmak istiyorum.

İyi ki doğdun BALIM, iyi ki benim İREN’ im oldun… İyi ki senin ANNE' n oldum…


3 Haziran 2025 Salı

Yas Tutan Annelerin Eleği

“Yas Tutan Annelerin Rafı” ndan sonra sıra “Yas Tutan Annelerin Eleği” nde…

Elemek; elek yardımıyla incesini kabasından yani iyisini kötüsünden ayırmak, ayıklamak anlamında kullanılan bir sözcük. 

Sevdiği birini kaybettikten sonra yas tutan herkesin elinde bu elekten var aslında, ama ben annelerin eleğine odaklanmak istiyorum. 

Benim eleğim insanları başarılı bir şekilde eledi. Kimin iyi gün dostu, kimin kötü gün dostu olduğunu anlamak zor olmadı. Hayatımdan çıkarttığım hiç kimseye şaşırmadım, yeni eklediklerime şaşırdığım kadar. 

“Ne diyeceğimi bilmediğim için arayamıyorum…” Ne kadar basit bir bahane… Bunca yıl, her gün dakikalarca konuşurken, ne diyeceğini çok iyi bilirken, birden tükenmiş demek ki yaslı annelere söylenecek sözcükler… “Sesini duymak istedim.” kolayca akla gelen bir cümle oysa ki… Peki, sizler içinde zor bir durum olabilir… Bir mesaj atmak, sadece “Aklımdasın, seni merak ediyorum.” yazmakta mı zor? Bu acı ile yüzleşmekten kaçmak belki de aramamak, yazmamak… Ama kaçtığınız bu acı gerçeğe bizler her sabah yeniden uyanıyoruz… Zor günümüzde yanımızda olmamak mı dostluk yoksa bencilliği kenara bırakıp, “Ben ne düşünüyorum böyle, yaşamadan beni korkutan bu şeyin içinde benim arkadaşım her gün.” diyerek cesurca bir adım atmak mı? 

Hiç merak etmeyin! Yanımızda olanların karşısında sabahtan akşama kadar ağlamıyoruz, bir masada oturup sohbet ederken saatlerce kaybettiğimiz evlatlarımızı anlatmıyoruz, yanımızda olanları da üzmemek için inanın çok hassas davranıyoruz. Günlük akış devam ediyor yani, eğer konu açılırsa genelde yüzümüzde bir tebessümle bahsediyoruz evlatlarımızdan ve onları ne kadar özlediğimizi söyleyerek bitiriyoruz cümlemizi. Koca bir gün içinde, bizim yaşadıklarımıza ve kaybettiğimiz canlarımıza maruz kalma süreniz beş dakikayı geçmiyor, emin olabilirsiniz. Aşağı yukarı, “iyi gün dostları” nın elekten geçerek hayatımızdan çıkması ile aynı süre…

“Kötü gün dostları” nın hakkını teslim edelim o halde. Neler yapıyorlar bir bakalım…

“Nasıl geçti günün?”, “Ne yapıyorsun?” diye soruyor mesela. “Müsaitsen bir kahve içelim mi?”, “Hadi bana gel.” diye yazıyor. Bir etkinliğe davet ediyor, “Beraber gidebiliriz diye düşündüm.” diyerek. Sana iyi geleceğini düşündüğü bir kitap alıyor, kaybettiğin sevdiğinle ilgili anılarını paylaşıyor, onunla ilgili anlamlı hediyeler getiriyor (melek kanatlı bir yaka iğnesi, adının yazılı olduğu bir toka, üzerinde fotoğraflarınızın olduğu bir bileklik, bir gece lambası veya çalışma masana koyacağın bir takvim, tuttuğu takımın forması…). Aylık düzenli buluşmalar planlıyor seninle, nerde olmak istersen seçimi sana bırakarak.

Özel günlerin daha zor geçeceğini tahmin ederek o günlerde daha çok hissettiriyor yanında olduğunu, daha sık arıyor, yazıyor veya yanına geliyor. O daha zor olan günlerde, masanda küçük bir çikolatanın yanına içtenlikle yazılmış bir not buluyorsun. Ya da telefonuna güç veren bir mesaj düşüyor. Kaybettiğin sevdiğini “ölümsüz kılma” çabanı görüyor ve buna destek olmak için bağış yapıyor mesela. Yanından geçerken sarılmak istiyor sana, kendi gözyaşlarını da ortak ediyor seninkilere. “Kabristana beraber gidelim.” diyor.

Kendini yeniden inşa etmek için aradığın yolları keşfetmeni destekliyor. Çünkü neyin içinde olduğunu cesurca empati yaparak görebiliyor ve seni acınla, hayattaki en büyük eksikliğinle, ruhunda açılan çatlaklarla kabul edip kucaklıyor.

Ne rahatsız edici bir ısrar var bu yaklaşımlarda, ne de sana kendini kötü hissettirecek bir tutum, bir bakış. Sadece, şefkatle seni ve yaranı, acını sarma çabası. Çare olabilmek için çabaladığını göstermeyen, bencillikten arınmış bir merhem. 

Bunları yapabilmek ne çok zor, ne de kolay. Hepsi bir seçim. “İyi gün dostu” olmak ile “kötü gün dostu” olmak arasında yapılan bir seçim: elekten elenmek ya da elenmemek… 

Biz, yas tutan anneler, unumuzu çoktan eledik, eleğimizi çoktan astık… 

Hayatta, herkesin, hepimizin, maalesef bir çocuğun bile, ölüme eşit mesafede olduğunu yaşayarak öğrendik. Bundan sonrası hikaye… Bu hikayeye ortak olup olmayacağınız ise sizin seçiminiz.   

1 Haziran 2025 Pazar

Yas Tutan Annelerin Rafı

Damgalama; bir kimseye, gerçeğe dayanmadan herhangi bir özellik veya nitelik yüklemek anlamında kullanılan, ayrıca; kişinin toplumda aşağılanmasına, itibar kaybetmesine ve değersizleştirilmesine neden olan “acımasız” ve bence “kolaycı” bir tutumdur.

Damgalama; genellikle kültür, cinsiyet, ırk, sosyoekonomik sınıf, cinsel yönelim, beden imajı, engellilik veya zeka sağlığıyla ilgilidir. Birde, literatürde yer verilmeyen, kayıp yaşamış yaslı bireylerin damgalanması vardır ki bununla en sık evlat kaybı yaşamış anneler karşılaşır.

Misal, babaannemi kaybettikten sonra babama sinirli olduğu için kimsenin “Annesini kaybetti ya ondan bu öfkesi” dediğini duymadım. Ya da dedemi kaybettikten sonra anneme “Babasını kaybetti ya ondan bu hali” dediğine şahit olmadım kimsenin. Ama mevzu bahis, cennetin bile ayaklarının altında olduğu söylenen, kutsallığının her defa altının çizildiği anneliğe geldiğinde, evladını kaybetmiş bir anne olarak, neler neler duydu bu kulaklar!?

Sizin, evladının yasını tutan annelerle derdiniz ne?

Yaslı annelerin; hayatı devam ettirme çabaları, işlerini, aile hayatlarını, geride kalan olarak hem geçmişe hem içinde bulunduğu ana hem de geleceğe dair sorumluluklarını devam ettirebilmeleri, yaşadıkları tahammül edilemez acıya rağmen birbirleriyle sessizce (ama anlaşılan rahatsız edici bir gürültüyle) dayanışmaları, bu acıdan bir anlam oluşturmaya çalışmaları, dayanıklı olmaları mı rahatsız ediyor sizi? Yoksa, bunların tam tersinin olmaması mı rahatsızlık veriyor?

Şimdi, ben 43 yaşında bir kadınım. İren’ in annesiyim. Çocukluk hayalim olan öğretmenliği 20 yıldır gururla yapıyorum. Bu meslekten kazandığımla, çocuğuma, üstelik tek başına, hiçbir şeyini eksik etmeden, 12 yıl boyunca baktım. Gerçekçi biriyimdir. Yeniliklere çok açık değilimdir. Bu yüzden hayatıma yeni tanıdığım kişileri hemen alamam, temkinli yaklaşırım. Birine güven duyarsam kalbimi sonuna kadar açarım. Değer verdiğim birine güvenim sarsılsa bile, defalarca şans veririm. Sabırlıyımdır, ancak sabrımın taştığı noktada öfkem ağır basar ve bir kalemde silerim karşımdakini, hatta kin tutmaya başlarım. Mütevaziyimdir, kendimi övmeyi beceremem. Haksızlığa gelemem. Sinemaya, baleye, operaya, konserlere gitmeyi çok severim. Kitap okumaya bayılırım. İnsan psikolojisiyle ilgili yeni şeyler öğrenmeyi, araştırmalar yapmayı severim. Online mağazalarda sepete her gün bir şeyler atmazsam uyuyamam, satın alıp almadığımın önemi yoktur. Yakın arkadaşlarımla, elimde bir kahve fincanı ile saatlerce sohbet etmeyi, dertlerine çözümler bulmayı, bazen saçma sapan şeylere dakikalarca gülmeyi çok severim. Güzel hazırlanmış sofralarda edilen uzun sohbetlerden keyif alırım. Bazı küçük zararlı alışkanlıklarım vardır (çok çikolata yemek gibi). Ev işi yapmayı, özellikle yemek yapmayı hiç sevmem. Telefonda konuşmaktansa mesaj yazmayı tercih ederim. Galatasaray’ lıyım. Öğretmen olmasaydım medya sektöründe çalışmak isterdim ki 12 yaşından beri Türkiye’nin en büyük özel kanallarından ikisinde ve TRT’ de çeşitli görevlerde yer aldım. İş disiplinimin ve ahlakımın küçük yaştan itibaren çalışma hayatının içinde olmamdan geldiğini düşünürüm. Ayrıca bir evlat, kardeş, halayım. Annelik zaten ebedi…

Gördünüz mü çalakalem hem iyi hem kötü yönlerimi nasıl yazdım kendimle ilgili?

Yukarıda, benimle ilgili bir rafa dizilmiş onlarca nitelik var, renk var. Sadece bir şey yok. Ne mi? Bu kadar özellik içinde, “evladını kaybetmiş anne” olma niteliği yazmıyor. Çünkü, biz yaslı anneler için, evlat kaybı, rafa konulan ayrı bir şey değil; tüm benliğimizle bu acı gerçeği kabul ederek yanımızda taşıdığımız, yeniden inşa etmeye çalıştığımız hayatımıza sonsuz sevgi ve özlemi katarak harmanladığımız bir bütünleşme hali. Yani, evlat kaybı yaşamış olmamız bizim için ayrı bir nitelik değil. Bunca renk içinden, sizin baktığınız yerden raftaki en belirgin olan “kara kutu” yu seçmeniz, aslında, bizi değil sizi ortaya koyan bir seçim.  

Peki, sizin gördüğünüz, “kara kutu” dan yani evlat kaybından sonra, yaslı anneler rafa neler koyuyor ona da bakalım mı beraber?

Benim rafıma, hepimizde olduğu gibi, özlem eklendi. “Seni özlemeyi de seveceğim, sana dair ne varsa sevdiğim gibi” diyerek koydum cebime özlemimi. “Ben seni çok özlemek isterim zaten, azı bize yakışır mı?” dedim tüm gerçekçiliğimle. Yası öğrendim, öğrenmeye devam ediyorum. Bu acıdan bir anlam oluşturmak istedim. Hayırsever bir insan olmaya başladım, sadece ekonomik gücümün yettiği maddi kaynaklarla değil, sokağa atılmış bir çöpü alarak, yolda ağlayan birinin yanına gidip sarılarak, başı sıkışan birine “Senin için ne yapabilirim?” diyerek… Hepsi yaslı annelerden oluşan yeni dostlar ekledim rafıma. Konuşulmayan yası konuşulur hale getirmeye çabalıyoruz “Işıkta Buluşan Anneler” grubu ile. Onları ve evlatlarını uzaktan tanıyarak çok sevdim. Her gece dua eder oldum hepsi için. Atölyeler, eğitimler, ikinci bir üniversite derken eski benden daha çok kendimi geliştirmeye başladım, belki, incitmeden birine faydam dokunur umuduyla… Hayatı sorgulamaya, bu dünyaya geliş sebebimizi anlamaya, bu yaşananlardan nasıl bir öğreti çıkarmam gerektiğine odaklandım. Anneliğin hiç bitmeyecek bir yolculuk olduğunu, evladının yokluğunda bile anneliğin nasıl devam ettirilebildiğini keşfettim. Evladını, yeniden kalbinde büyütmeyi, yokluğuyla da bağ kurulabileceğini öğrendim. Acıdan ölünmeyeceğine, acının insanoğlunu nasıl güçlendirdiğine şahit oldum. Kolay mı oldu? Asla! Kendimi, yanımda en sevdiğim, hayatımın anlamı dediğim İren' im olmadan, yeniden keşfedip inşa ederken aldığım terapiler, katıldığım atölyeler, dostlarımın sonsuz desteği ve akıl yürüterek ayağa kaldırabildim. Düşmüyor muyum peki? Elbette. Ama her tökezlediğimde, geriye dönüp bakıyorum ve bir önceki düştüğüm yeri görüyorum. Oradan kalkıp devam ettiğine göre şimdi buradan da kalkar devam edersin diyorum kendi kendime. Yani rafıma umut, güç, dayanıklılık, merhamet, vicdan, evladının yokluğuyla kurulan bağ eklendi ve hayatımdaki en büyük eksiklikle bunları yapabildiğim için kendimle duyduğum gururu da ekledim renklerimin arasına.

Şimdi, hangisi daha kolay siz söyleyin. Yas tutan annelerin, evladını kaybettikten sonra bile rafına yeni renkler ekleme çabası mı yoksa girişte bahsettiğim “kolaycı” bir tutum olan damgalama mı?  

Neden bunca renk içinde, en koyu renk olanı görüyorsunuz? Daha mı kolay seçiliyor “kara kutu”, diğer renklerimizi keşfetmek dururken?

Dün bir sosyal medya paylaşımında okudum: “Kimsenin hikayesi bir başkasının terazisinde ölçülemez!”

Biz, yas tutan annelerin terazisi sizin dert diye gördüklerinizi taşır da, sizin terazi bizim yaşadıklarımızı taşır mı?

Bunun cevabını bulunca, boğazınızın da neden dokuz boğum olduğunu anlayacaksınız umarım! 

Son söz!

Bizler, hiç bitmeyecek bu yas sürecinde, kendi yolumuzda kendi doğrumuzu aramaktan, bize "iyi gelen" şeylerden, yaslı annelere nasıl davranılması gerektiğini anlatmaktan vazgeçmeyeceğiz. Sizler yaslı anneleri damgalamaktan vazgeçip, sessizce yanlarında olmayı ve raflarına ekledikleri yeni renkleri keşfetmeyi öğrenmelisiniz.

10 Mayıs 2025 Cumartesi

Yokluğunda Anne Olmak

“Bir kadının yaşayabileceği en mükemmel andır o! Bebeğinin varlığını öğrendiği an; onu kucağına aldığı an; büyümesine, yaptığı her yeni davranışa tanıklık ettiği an... İşte tam da bu sebeple, annelik serüvenini üçe ayırıyorum: Doğum öncesi, Doğum, Doğum sonrası” demişim eski bir yazımda.

Şimdi, 4. maddeyi ekliyorum annelik serüvenine: Yokluğunda anne olmak

Anne olmak, yeryüzünde kendi canından daha kıymetli bir cana sahip olmaktır!

Ve, evladın artık yeryüzünde olmasa bile, halen en kıymetlinin O olmasıdır!

Geri dönüşü olmayan bu yolda; göremediğin, koklayamadığın, dokunamadığın, sesini duyamadığın bir cana annelik yaparak, anneliğin mucizesine ve kutsallığına hayran olmaktır.

Anneliğini, hayatındaki bu büyük eksikliğin içinde tamamlamaya çalışmaktır. Yavrundan sana kalan sonsuz sevgiye, bitmeyecek bir özlemi de katarak harmanlamaktır acıyı, kederi, çaresizliği, öfkeyi, isyanı, tevekkülü... Bazen gözyaşlarıyla, bazen onu andıkça yüzünde beliren tebessümle…

Bu yoksunlukta dayanıklı kalabilmek için verdiğin “anneliğini devam ettirme mücadelesidir” yokluğunda anne olmak!

Anne olmak, hayatta alabileceğin en güzel hediyenin sana bahşedilmiş evladının olduğunu bilmektir… Ardından gözyaşı döküyor olsan bile…

Bebeğim, Balım, İREN’ im ANNE’ n seni çok seviyor! Nerde olursan ol; ne kadar uzak ya da yakın olduğumuz fark etmez; ben seni sevmekten, çok sevmekten, sadece seni sevmekten asla vazgeçmem!

Demiştin ki bir kere; 

“Anne, başkası benim annem olsaydı onu hiç sevmezdim, ben yine seni severdim.”

Demiştim ki; 

“O zaman beni tanımazdın ki, seni doğuran başkası annen olurdu, o da seni çok severdi, sende onu çok severdin.”

Ve sen demiştin ki; 

“Ben seni tanırdım yine, yolda karşılaşırdık, kokundan tanırdım, seni severdim.”

Bende diyorum ki; 

“Senden başkası olsaydı doğurup büyüttüğüm, ben yine kokundan tanırdım seni karşılaştığımız o yolda, seni severdim, dünyaya bin kere gelsem bin kere senin annen olmak isterdim.”

Biliyorum ki, cennetinde kavuştuğumuzda kokumuzdan tanıyacağız birbirimizi...

Ben hayaline de anne olurum İREN' im, seni sevdiğim gibi severim hayalini de. Sen bu dünyadayken sana aşık olduğum gibi hayaline de aşık olur, yeniden büyütürüm kalbimde seni…

Bana hep söylediğin gibi, “Merak etme, o iş bende!”  

G💗İ    Sonsuza Dek

 

 

9 Mayıs 2025 Cuma

Avunmak...

 avunmak: 1. bir şeye kendini vererek acısını, kederini unutmak

                  2. bir şeyle yetinip oyalanmak

                  "Çocuk avunmak bilmedi, annesini aradı."

Keşke sözlük yazarları “avunmak” fiilini tanımlarken, nasıl avunacağımızı da belirtseymiş…

“Avunmak” bu tanımdan mı ibaret? 

Bence, “avunmak”, kederini unutmak değil, kederinle baş etmeye çalışmak.

Bence, “avunmak” için verilen örnek cümle şu olmalıydı:

"Anne avunmak bilmedi, çocuğunu aradı." 

Evladını kaybetmiş bir anne nasıl avunur? Yas tutan bir anne nasıl avutur kendini?

Öncesinde, inancını sorgulasa da, sonrasında inanır “cennetin” varlığına ve orada onu bekleyen bir “melek” olduğuna. Çünkü, yasın altı aşamasından olan pazarlığın artık işe yaramadığını kavramıştır. “Ne yaparsam, ne kadar ağlarsam geri gelir? Yerine kim gitse geri gelir?” soruları yanıt bulmamıştır. O, gelemeyeceğine göre ben gittiğimde kavuşacağız düşüncesine tutunarak yaşar. 

İnanmak ister, kimi zaman umutla kimi zaman çaresizce.

Varlığının devam ettiğine, kendini hissettirdiğine inanarak devam edebilir sadece çünkü…

Bazen bir kelebek uçar yanından, bazen bir kuş tüyü düşer önüne. Bazen cama konan bir güvercine, bazen bir yaprakta gördüğü uğur böceğine inanmak ister… Bulutlara, gökteki yıldızlara…

Denk geldiği bir şarkı da düşer varlığı kulağına ya da burnuna gelen bir koku da…

Bazen bir el hisseder omzunda, “Sen mi geldin?” diye sorar görmediği o ele.

Bazen de onun için yaptığı şeyler ile avutur kendini. Katıldığı bir atölyede anar evladını, bir blogda yazar, kağıda kaleme söze döker evladının varlığını, yokluğunu, eksikliğini, özlemini… 

Sevdiği şeyleri yapmak kimi gün iyi hissettirir kimi gün “Onsuz nasıl yapayım?” dedirtir.

Böyledir işte avunmak… 

Peki, hangi annenin yüreği bu avuntuyla yetinir? Hangi annenin yüreği evlat acısını unutur?

Günün sonunda şunu sorar: “Eee, bunları yaptık da ne oldu? Bitti mi kederle kuşatılmış özlem?”

Bitmez… Hiç bitmez… Hatta katlanarak artar…

Ve kendini avuttuğunu bile bile, “avunma” ya muhtaç kalır her yeni doğan günde…

Çaresizliği görüyor musunuz? Ötesi de var…

Her gece, rüyasında görebilmek için dua ederek koyar başını yastığa. Ve bazı sabahlar çok acımasızdır. Gözünü açar açmaz “Görmedim, göremedim.” der ve nedenini sorgulamaya başlar…

Annenin, eksik hayatında hiç eksilmeyen onlarca soru vardır artık. Cevapsız! 

Ve anne, eksik hayatında, kendini nasıl avutacağının onlarca yolunu arayarak geçirecektir geri kalan hayatını… Çünkü kederiyle baş etmeye çalışmanın bir parçasıdır "avunma"...

3 Mayıs 2025 Cumartesi

Yas Eşlikçisi Olmak Ya Da Olmamak...

Prof. Dr. Şengül Hablemitoğlu’ nun “Yas’la Çalışırken Ne Yapmalı Değil, Nasıl Kalmalı – Şefkatli Bir Alanda Metaterapötik Eşlik” eğitiminde beni çok etkileyen bir bölüm oldu ve sizlerle paylaşmak istedim. 

YAS EŞLİĞİ İLKE METNİ 

Yas; bir patoloji değil, bir insanlık halidir. (Yas; tedavi edilmesi gereken bir hastalık değil, kayıpla birlikte içinden geçilen doğal ve kişisel bir süreçtir.)

Müdahale değil, eşlik edilir. (Yaslı kişiye “müdahale etmek” acısına/kendi acınıza tahammülsüzlük göstergesidir.)

Sessizlik, yası taşıyan bir dil olabilir. (Yaslı kişi konuşmaya zorlanmamalı, sessizliğine saygı duyulmalıdır.)

Acı düzeltmeye çalışılmaz. (Acıyı onarmaya değil, acının yanında kalmak, acıyı duymaya çalışmak önemlidir.)

Yas; eşlikçinin kendi duygularını tanımasına yardım eder. (Yaslı kişiyle birlikteyken kendi acılarımızı, korkularımızı, çaresizliğimizi de fark ederiz.)

Şefkat, eşlikteki temel tutumdur. (Yaslı kişiyi, teselli etmek/akıl vermek yerine, şefkatle yanında kalabilmek önemlidir. Şefkat, pasif bir tutum değil, duygusal bir duruştur.)

Yasla çalışmak değil, yasla yağmura yakalanmış gibi yürümek gerekir. (Yaslı kişiye şemsiye tutmak, onun duygularını yok saymaktır. Önemli olan, yas yağmurunda birlikte ıslanabilmek, birlikte kalabilmektir.)

Yaslı kişinin çevresindeki kişiler olarak, yaslarına müdahale eden taraf mısınız, eşlik eden mi?

Eğer müdahale eden taraftaysanız ➡️ Yas sürecine destek olmak bu kadar kolayken; neden hem kendiniz hem de yaslı kişi için bunu zorlaştırıyorsunuz? Çünkü, bu kadar büyük bir acıda siz olsanız ne yapardınız düşüncesi aklınıza geldikçe duygu durumunuz bozuluyor. Çünkü, yaslı kişiye değil, aslında “ben olsam ne yapardım” sorusuna odaklanıyorsunuz ve yasa körleşerek, bu basitliği fark edemiyorsunuz.

Eğer eşlik eden taraftaysanız ➡️ Acının yanında cesurca kalabildiğiniz için, yaslı kişinin en son ihtiyacı olan teselli cümlelerinden uzak durarak, ona akıl vermek yerine şefkatle elini tuttuğunuz için; O, acıya ve hayata meydan okurken sadece yanında olabildiğiniz için kendinizle gurur duyun. Ve bilin ki, yaslı kişi sizi ve duruşunuzu asla unutmayacak!


29 Nisan 2025 Salı

Eşyalar Toplanmış Seninle Birlikte...

Mehmet Teoman’ ın sözlerini yazdığı, Tanju Okan’ ın ikonik sesiyle dinlediğimiz “Kadınım” şarkısındaki bu dörtlük, kaybımın 8. ayında İren’ in odasını toplarken kulağımda çaldı hep…

Eşyalar toplanmış seninle birlikte
Anılar saçılmış odaya, her yere
Sevdiğim o koku yok artık bu evde
Sen (İren’im)

İren’ den 8 ay önce annesini kaybetmiş bir arkadaşım, “Süreçte kendi yolunu bulacaksın” demişti bana. Ne yolu, ne yol bulmayı idrak edecek durumda değildim. Fakat, zaman içinde, arkadaşımın dediği gibi, kendi yolumu bulmaya başladım. Benim yolum, evlatlarını kaybetmiş annelere ulaşmak, onların acılarına ortak olmak, elimden bir şey gelmese de sadece onlarla dayanışma içinde olmak. Çünkü, İren’ siz geçen o ilk günlerde; zihinsel, fiziksel ve duygusal olarak dengemi kaybettiğim en yoğun zamanlarda; birilerinin bana sürecin nasıl devam edeceğini söylemesine çok ihtiyacım vardı. Bunu da ancak evladını kaybetmiş bir anne anlatabilirdi. Sürekli, “Şimdi ne olacak?”, “Bundan sonra karşıma ne çıkacak?”, “Bugünü bitirdim, yarın neyle karşılaşacağım?” gibi sorular vardı dilimde. Ve tabii, tüm yaşadığım çalkantının “normal” olduğunu duymaya ihtiyacım vardı.

O günlerde yaslı anneleri elimden geldiğince yalnız bırakmayacağımın sözünü verdim kendime. Sosyal medyadan ulaştım onlara, bana ulaşanlarda oldu. Ortak acımız bir şekilde bir araya getirdi bizleri. Keşke, hepsini ve yavrularını başka şartlarda tanısaydım. Evlatlarını onların aracılığıyla bu şekilde değil, başka yollarla tanımış olsaydım.

Bizler için, evlatlarımızın hatıralarını yaşatmak çok önemli. Geride kalan anneler olarak en büyük arzumuz bu. Onların anılarını yaşatmak için ilk ihtiyaç duyduğumuz ise maddesel şeyler. Çünkü, varlıklarını onlardan kalan eşyalarına tutunarak sürdürüyoruz başlangıçta. Bazen, o eşyalara bakması dokunması çok zor olurken, bazen de kendiliğinden dolabın önünde kıyafetlerine dokunurken buluyor insan kendini. Bu da yas süreci gibi dalgalı. Bir gün iyi geliyor, bir gün kötü.

Kaybımın ardından gittiğim bir psikiyatrist, İren’ in eşyalarını ve mobilyalarını odadan çıkararak, yeni mobilyalar ile başka bir oda yapmamı söylemişti. Şu satırları yazarken bile, aynı öfke çıkıyor yüreğimden. Haftalarca zihnimden atamadım o cümleyi. Bana ne demek istediğini düşündüm günlerce ve acımı, İren’ imi kaybetmiş olmanın benim için ne ifade ettiğini anlamadığını düşündüm. Bir daha da görüşmedim kendisiyle.

Bir de çevremizdekilerin can acıtan söylemleri var. “Eşyalarını vermezsen rahatsız olur”. Hangi anne bu dünyada ya da cennette evladını rahatsız etmek ister ki? Uçaklarda, acil bir durumda oksijen maskesini anne önce kendisine sonra çocuğuna takar. Bu örnekteki gibi, o yaralı annenin kendi yarasını “saramadan”, eşyaların içinde kaybolması yeni yaralar açmaz mı peki?

Ben, çok direndim, söylenen her şeye kulağımı tıkamaya çalıştım, kendimi hazır hissettiğimde odasını toplayacağımı söyledim hep ve bayram tatilinde İren’ in odasını toplamaya başladım ve aslında buna pek de hazır olmadığımı gördüm. Ancak, yarım bırakmak korkuttu beni çünkü ilerleyen zamanda tekrar aynı duygularla karşılaşmak istemedim. Pişman değilim, ama benim için tahmin ettiğimden çok daha sarsıcı bir süreç oldu.

Çamaşır asılan mandalda hatırası olur mu bir çocuğun, ya da ipten yapılmış bir bileklikte, bir peçetede, bir kalemde, hatta boş duran bir teneke içecek kutusunda…

Odayı toplarken, döktüğüm gözyaşlarından çok, vücudumun verdiği fiziksel tepkiler yordu beni. İren’ i kaybetmiş olduğumu henüz idrak edemediğim o ilk günlerdeki belirtiler ortaya çıktı. Kalp atış hızının değişimi, sanki yüreğine bir ağırlık bağlanmışçasına kalbini yerlerde hissetme, düzenli nefes alamama, göğüs sıkışması, mide krampları, eklemlerinde ve başında karıncalanma ve beyninde uyuşma hissi…

Yaşadığım bu zorlayıcı deneyimden sonra şunu söyleyebilirim. Yasın herkese göre değişen kendine özgü bir dinamiği, hızı, şekli var. İren’ in odasındaki mobilyaları duruyor. Kıyamayıp ayırdığım eşyaları hurçlarda saklı. Onu anlatan bir köşesi var, çok sevdiği eşyaları ve fotoğrafları o köşede.

O oda, bizim tüm anılarımızın yaşandığı, birlikte paylaştığımız odamız olduğu için, orada olabilmek benim için çok anlamlı ancak çok zorlayıcı çünkü eskiden gözümü açtığımda karşı yatağımda gördüğüm bebeğim orda değil. Gece üstünü örttüğüm, uyurken öpüp kokladığım,  arada nefesini dinlediğim kızımın yatağı bomboş. Kendisinin olması gereken odada hatıraları kaldı. Duvarda kendi çizdiği resimler ve Galatasaray posterleri yerine fotoğrafları asılı.

Canım yas arkadaşlarım, canım anneler… Eşya toplama sürecinde hepinize güç olacak şeyler yazmak isterdim. Benim kişisel deneyimimin sizlerin yolculuğuna engel olmasını istemem kesinlikle… Bir gün güzel evlatlarınızın eşyalarını toplamak isterseniz, yakındaysak seve seve gelip eşlik ederim size, beraber anarız çocuklarınızı… Gelemesem de, tıpkı süreçte bana destek olan diğer acılı anneler gibi iletişimde kalırız… Birbirimize bir telefon kadar yakınız hepimiz…

Eşyalar toplanmış seninle birlikte
Anılar saçılmış odaya, her yere
Sevdiğim o koku yok artık bu evde
Sen (İren’im)